Son yıllarda dikkatimi çeken şeylerden biri de yeraltı edebiyatının Türkiye’de hız kazanmış ve hatta belli bir aşama da kaydetmiş olması. Genç yazarlar giderek bu alana yöneliyor ve bu edebiyat belli ki bu gençlerin omzunda yükselecek. Henüz kendini bulamamış, ama kanımca eli kulağında bir yer altı edebiyatımız var; en azından buna ihtiyacımız var. Bu alanda henüz büyük edebiyatçı çıkmamış olması umut kırıcı değil. Aksine mevcut potansiyeli göz önünde bulundurursak, umut verici; zira bir şey henüz olmamışsa hala olabilir demektir. Kanımca orta kuşak bunu sadece şiirde gerçekleştirebildi; küçük İskender’in ellerinde de büyüttü. Eski kuşağın kıyısından köşesinden başlayıp Yusuf Atılgan, Tanpınar ve Oğuz Atay çizgisiyle sürdürdüğü bu yaratıcı edebiyat, bu modern roman biçimi, şimdilerde kaotik bir dağınıklık yaşıyor. Bunu sadece mevcut kitaplarla değerlendirmek yanlış olur; sanırım artık sanal dünyayı da işin içine katmalıyız; bloglar, sözlükler ve sonunda da, başta Twitter ve Facebook olmak üzere sosyal ağlar: Toplumun önünde olağanüstü bir özgürlük alanı açıldı. Bunu en iyi kullanan da elbette adeta teknolojinin içine doğan gençler. Altıkırkbeş yayınları arasında çıkan Kahpe de bu anlamda, Ekşi Sözlük'le başlayan hareketin bir sonraki aşaması olan İnci Sözlük’ün bir eseri; daha doğrusu onun ruhundan ve muhtemelen bu ruhun yaratıcıları olan Serkan İnci ve Umut Kullar’ın birlikte yazdığı bir roman.
On bölüm olarak planlanan kitapta iç içe yerleştirilmiş iki temel metin var: Biri, italik harflerle basılan ve zaman zaman araya girip bir deneme üslubuyla sistemi, toplumu yorumlayan, daha doğrusu doğrudan eleştiren bir metin (ki bu bize kavramsal bir zemin sağlıyor) - diğeri de, belki de buna asıl metin diyebiliriz, hikayeyi anlatıyor ve adeta “deneme” metindeki kavramsal yaklaşımı ete kemiğe büründürüyor, hayatın içinde gösteriyor. Belki kitabın iki yazarlı olmasından yola çıkılarak bu iki metnin her birinin bir yazar tarafından yazıldığı düşünülebilir. Eğer böyleyse, iki yazarlı bir roman için iyi bir çözüm bulunmuş demektir. Böylece doğası gereği var olan dil, üslup ve algı farklarının kaotik bir metin yaratmasının önüne geçilmiş oluyor.
Romanın anlattığı dünya aşağı yukarı “klasik” bir yeraltı edebiyatı dünyası: İşsiz güçsüz gençler, uyuşturucu, cinsellik, eşcinsellik, zaman zaman pornografiye varan bir dil. Üstelik bu pornografik dil çabası sadece cinsellikle de sınırlı değil. Aslında metnin tamamında, biraz da bu tür romanlara özgü bir pornografik dil kullanma çabası var. Bu çaba, “her şeyi olabildiğince çıplak ve doğrudan betimleme” olarak özetlenebilir. Edebiyattan ve şiirden mümkün olduğunca uzaklaşıp yine de onun içinde kalan bir dildir bu. Batı’daki en başarılı örneklerini Charles Bukowski ve Chuck Palahniuk’ta gördüğümüz bu üslubun, Türkiye’ye de yansıması kaçınılmaz.
Hayatın temel sorunlarından biri, çoğumuzun bir kahraman olmayışımızdır. Ama özendirildiğimiz hayat, kahramanlara özgü bir hayattır. Zenginlik, cinsellik, başarı, güç gibi şeyler, içinde yaşadığımız sistemin önümüze koyduğu havuçlardır. Ama bizler kahraman değiliz. Tam tersine anti kahramanlarız. Yeraltı edebiyatının kahramanları da hep böyledir. Cenneti hedef gösteren değil, cehennemde yaşadığımızı gösteren bir edebiyattır bu. Mutluluğa inanmaz, o yanılgıya düşmekten korkar, çünkü onun bir yanılsama, bir fanilik olduğunu bilir. Bu yüzden bu sanal cennete karşı direnir. Kahpe’de kahraman bir yerde şöyle diyor “… mutlu olduğumu kendine itiraf etme cesareti gösterdim.” Mutluğun bir suç düzlemine indirilmesine yol açan şey nedir, diye sormak gerekir. Toplumsal yapı mı, yoksa protest bireyin, toplumun sunduğu bir uyuşturucu olarak gördüğü şeyi yaşadığını düşünmesi mi? Mutluluğu aşağılayan kim? Onu gözden düşüren, değersizleştiren ne? Bu derin bir korku mu, yoksa yeraltı edebiyatı, yazmaya meraklı yazarların 'poz'u mu?
OYUN ARAYAN TOK KEDİ
Anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı samimi? Bir insan ne kadar toplumun içinde, ne kadar dışında? Bir insanın 'toplum dışı'lığını topluma anlatma çabası, yani yazmak, bu aykırılığın, genel protest tavrın neresinde? Anarşizm, protest duygular, lüks tüketim malıdır aslında ve genellikle belli bir refah seviyesinden sonra gelir. Fakir toplumlar ekmek peşinde koşar, toplum zenginleştikçe peşinden koşulan şeyler soyutlaşır, karnı doyan kedinin biraz uyuduktan sonra oyun arayışı gibidir bu. Fakir toplumlarda koyun can derdinde, kasap et derdindedir. Zengin toplumlarda ise koyun yine can derdindedir, ama bu kez kasap heyecan derdindedir. Tıpkı aşkta da olduğu gibi.
Yeryüzünde elde kalan tek umut olarak aşk, hem istenen, hem de yarattığı hayalkırıklıkları nedeniyle korkulan ve direnilen bir şey haline geliyor. Kapitalizmin yeryüzü cenneti olarak vaat ettiği yöntem aşktır. Ama bu hiçbir zaman doğru çalışan bir sistem değildir. Çünkü, belki de insan doğasına uygun bir şey değildir. Belki de insan doğasının bir arızası, bir zayıflığı, bir sapkınlığıdır aşk.
Ama kahraman, (anti kahraman), ne yaparsa yapsın, hem korktuğu ama hem de özendiğini bu aşk mutluluğundan kaçamaz. O gelir ve pençesini omuzlarına geçirerek onu havalandırır. Kahraman bir süre direnir, çırpınır, düşmekten korkarak yükselir. Sonra birden aşağıdaki manzaranın ne kadar güzel olduğu fark eder, korkuları geçer gibi olur. Kendine güveni gelir, cesaretlenir, kendinde bir şeyleri değiştirme gücü bulur. Ve işte tam harekete geçtiği anda, araya hayat girer. Ve pençeler bir anda onu bırakır ve kahraman büyük bir hızla aşağıdaki sivri kayalara doğru düşmeye başlar… Sonra? Bütün bunlardan sonra, elimizde fazla da hacimli olmayan, okunmuş bir kitap tutarız…
Peki Kahpe, iyi bir yeraltı edebiyatı olarak nitelendirilmek için yeterli mi? Bunu söylemek zor; ama belki yer yer acemilikler sezilse de, atılmış iyi bir adım. Öncesi olan bu kitabın sonrasının da olacağını umuyorum ve dizinin üçüncü kitabını merakla bekliyorum.
Yeni yorum gönder