Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Okurla roman arasında çatallanan yollar



Toplam oy: 1946
Vermeule, yazarlar ve onların yarattığı karakterlere dair yüzyıllar içinde oluşmuş mitleri kırmak, edebi metinler üzerinde yaratılan gizem halesini dağıtmak gerektiği konusunda haklı elbette. Ne var ki, bunu yaparken zaman zaman, edebi karakterler ve okur arasındaki ilişkiyi bir zihin okuma meselesine indirgeme tuzağına düşüyor.

Akademik camiada son yıllarda bir bilişsel psikoloji furyasıdır gidiyor. Psikolojinin çeperlerini aşıp bilgisayarların dilini de kapsayan, adı bilişsel bilime evrilen, hem organik hem de dijital zihinlerin çalışma ilkelerini anlama şiarıyla yola çıkan bu taze dalın disiplinlerarası işlerde kullanılmasına çoktandır aşinayız. Yale ve Stanford tescilli İngiliz edebiyatı profesörü Blakey Vermeule, Edebi Karakterlere Neden Önem Veririz?’de bilişsel psikolojiyi bir nirengi noktası olarak kullanıyor. Son yılların bu popüler bilimsel akımına sırtını yaslayıp, edebi metinlere farklı merceklerle bakıyor. Okur ve edebi karakterler arasındaki o çetrefilli yolu, o dikenli patikayı arşınlarken işi bir "zihin okuma" meselesi olarak irdelemeyi seçiyor. Kurmaca karakterler ve okuyucu arasındaki zihinsel senkronizasyon nasıl sağlanır? Bir insan başka zihinlere doğru nasıl açılır? Yazarlar hangi manevralarla bu zihinler arası yolculuğu yönlendirir? Hangi tekniklerle okuyucuya kanca atar? Neden bazı karakterler bizim dikkatimizi kendilerine kilitler? Roman, insanların başkalarının düşünme biçimlerini öğrenme ihtiyacından mı doğmuştur? Sahi, roman neden okunur?

 

Calvino’nun Klasikleri Niçin Okumalı?’sı gibi edebi hazzı alevlendiren ve koltuğa gömülüp romanların arasına dalma arzusuyla içinizi dolduran bir metin bekliyorsanız aradığınız adres yakınlarda olmayabilir. Edebiyat tarihini yüzyıllardır meşgul etmiş karakterlerle bir kez daha hemhal olmak, onları farklı seslerle konuşturanları dinlemek niyetindeyseniz Edebi Karakterlere Neden Önem Veririz?’in saptığı yollar size uzak gelebilir. Blakey Vermeule, kendi uzmanlık alanı olan 18. yüzyıl İngiliz edebiyatından çıkma birçok karaktere derinlemesine dalıyor dalmasına ama bu karakterleri alıp onları sayfalardan taşırarak hep birlikte yeni denizlere yelken açmak gibi bir hedefle çıkmamış yola. Vermeule, kurmaca karakterleri ve onların tecessüm ettiği metinleri kendi teorik önermelerini sınamak, kendi savlarını perçinlemek için kullanıyor.

 

Aslında hayli basit bir sorudan yola çıkıyor Vermeule: Gerçekte var olmayan karakterlere duyduğumuz bu aşırı ilgi neden? Kurmaca karakterlerin düşüncelerini, hayatlarını takip etmenin işlevi nedir? Neden “gerçek yaşam”a, etrafımızdaki sosyal dünyaya ayırabileceğimiz kısıtlı zamanımızı kurmaca karakterlere lütfederiz? Bunun yanıtını, insanların çevrelerine uyum sağlamak için geliştirdiği zihinsel kalıplardan, başkalarının düşüncelerini/ duygularını okumaya dair üretilen simülasyon teorilerinden ve evrimsel psikolojiden yardım alarak arıyor Vermeule. Haliyle bu alanlarda üretilen ampirik çalışmalara da sıklıkla yer açıyor sayfalarında.

 

Metin-okur ilişkisi pragmatik bir eksene sıkışmış

 

Vermeule’un da vurguladığı gibi, edebiyat kuramını ve ampirik çalışmaları bir arada düşünmek nispeten yeni bir durum. Bu melez çalışmalar giderek artsa da, edebiyat gibi gücünü müphem olmaktan alan, pozitif bilimlerin kalıplarına sokulmaya dirençli bir kuramsal düzlemi deneysel araştırmaların hükümranlığına teslim etmek birçok edebiyat tutkununu üzebilir. Vermeule, yazarlar ve onların yarattığı karakterlere dair yüzyıllar içinde oluşmuş mitleri kırmak, edebi metinler üzerinde yaratılan gizem halesini dağıtmak gerektiği konusunda haklı elbette. Ne var ki, bunu yaparken zaman zaman, edebi karakterler ve okur arasındaki ilişkiyi bir zihin okuma meselesine indirgeme tuzağına düştüğünü not etmekte fayda var. Roman okuma edimini safi işlevsel bir düzlemde incelemek, edebi karakterlere olan ilgimizi onların fikirlerini/ hislerini okuyarak kendi hayatımıza dair kazanç sağlama ve “Makyavelci bir zeka”yla topluluk içinde statü edinme üzerinden ele almak çok fazla veçhesi olan bir yazar-metin-okur ilişkisini, pragmatik bir eksene sıkıştırmak olarak görülebilir. Sınıfsal meseleleri es geçerek, işin sosyo-politiğine bakmadan, karmaşık özdeşleşme teorilerine dalmadan, metin ve okur arasındaki bağların pek azını çözmek mümkün olsa gerek.

 

Vermeule’un karakterler ile okuyucu arasındaki bilişsel dinamikleri çözmekten vazgeçip etkilendiği yazarların dünyasına gömüldüğü durumlarda, kitap bu deneysel bilim havasının kasvetinden uzaklaşıp oldukça parlak noktalara da gidebiliyor. Kitabın ana tezinden görece bağımsız gözüken bu kısımlarda, başta bahsettiğimiz türden bir edebi hazzın, bir metne farklı bir gözün rehberliği eşliğinde bakmanın verdiği keyfin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. J. M. Coetzee’nin Romancının Romanı (Elizabeth Costello) ve Utanç gibi romanlarına daldığımızda, metin ve okur arasındaki o sözde pragmatik/ işlevsel ilişkinin gölgesi kayboluyor. Coetzee’nin yarattığı zaman-mekanın kuvveti ve onun karakterlerinin Samuel Richardson’ın 18. yüzyılda yarattığı Clarissa Harlowe karakteriyle paslaşarak bize fısıldadıkları, işi bir "bilişsel mekanizmalar ve zihin okuma temrinleri" kısırlığından çıkarıveriyor. Vermeule’un keskin gözlemleri, yalnızca uzmanlık alanı olan 18. yüzyıl İngiliz edebiyatıyla, Jane Austen’la, Daniel Defoe’yla, Samuel Richardson’la haşır neşir olduğunda değil, modernist edebiyata, Franz Kafka’ya, Virginia Woolf’a, T. S. Eliot’a değip geçtiğinde de oldukça zihin açıcı metinler ortaya çıkarabiliyor. Hatta günümüz yazınına kadar uzanıp, Ian McEwan’ın Kefaret’ini hak ettiği şekilde anlamlandırmamızı sağlayabiliyor.

 

Vermeule’un Henry James’ten alıntıladığı gibi, hakikaten de “kulaklarımız, aklımız, ağzımız, karakterlerle tıka basa dolu”. Bu kurmaca karakterlerle neden bu kadar ilgilendiğimiz sorusunun elbette üzerinde durmaya değer. Ama roman okumanın ya da kurmaca karakterle ilişki kurmanın bireysel kazanıma yoğunlaşan faydacı bir teorisine kendimizi kaptırmadan önce Calvino’ya kulak vermekte de yarar var. Klasikleri Niçin Okumalı? adlı kısa denemesinde klasikleri okumanın bir amaca hizmet ettiği düşüncesine hararetle karşı çıkar Calvino. Onun klasikler için söylediklerini tüm edebiyata genelleyebiliriz pekala. Bu meşhur denemesinin sonunda Calvino’nun Emil Cioran’dan ödünç alarak hatırlattığı şu satırları da aklımızın bir köşesine kazıyabiliriz: “Onlar zehri hazırlarken Sokrates flütle yeni bir ezgiyi öğrenmekle meşguldür. ‘Bunun sana ne faydası olacak,’ diye sorarlar ona. ‘Ölmeden önce bu ezgiyi öğrensen ne olur?'"*

 

 


 

 

* Türkçeleştirirken, Italo Calvino’nun 1991 tarihli Perché leggere i classici denemesinin Patrick Creagh çevirisi esas alınmıştır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.