Hayvanlar dünyasına ilk giren edebiyatçıların başında La Fontaine gelir; onun yaptığı, esas itibariyle, Doğu masallarında çok önceden başlayan bir yöntemi alıp Batı tarzında yorumlamak olmuştu. Aslına bakılırsa hayvanları konuşturmak, onlar üzerinden hikayeler anlatmak insanı eleştirmek için oldukça zengin bir alan. Ancak bu her nedense sonraki yüzyıllarda pek ilgi gören bir yöntem olmadı. Hele modern edebiyatta George Orwell’in Hayvan Çiftliği ve diğer birkaç örnek dışında pek dikkat çekici bir eser üretilmedi. Bunun nedeni muhtemelen konunun zorluğudur. Bir hayvanla empati kurabilmek yeteneğin, yazarlığın en doğal haline inmeyi gerektiriyordur belki de.
(Görsel çalışma: Dilem Serbest)
Jack London’ın Beyaz Diş adlı romanı bir kurdun dünyasını kurdun gözünden anlatır. Kurdun zihnine girip dünyayı oradan görmeye çalışan London, çoğu zaman bunu başarıyla gerçekleştirmiş ve dünyayı bize tam da bir kurdun görebileceği şekilde göstermiş, onunla empati kurmamızı sağlamıştır. Ancak bunun için hiçbir ölçü yoktur. Hayvanların zihnine giremeyiz. Ne yaparsak yapalım insan olmaktan, dünyayı insan olarak algılamaktan kurtulamayız. Dolayısıyla da aslında bu konuda yapılabilecek en iyi şey, yine hayvanların bakış açısıyla insanı eleştirmektir. Kafka’nın “Bir Köpeğin Araştırmaları” ve “Bir Akademi İçin Rapor” isimli uzun soluklu iki öyküsünü de sırası gelmişken analım. “Bir Akademi İçin Rapor”da Kafka bir maymunun insan olma sürecini, onun insan yaşamına uyum sağlama deneyimini anlatır. İki farklı doğadan birinin diğerine dönüşmesi kolay olmaz. Bu her zaman trajik bir süreçtir. Bunun belki de yazılı ilk örneği, Tarzan’ın ilk atası, Gılgamış Destanı’nda geçen Enkidu’dur. O hayvanlarla konuşur, onların arasında yaşar. Onları köylülerin tuzaklarından kurtarır. Doğayla tam bir uyum içindedir. "Hayvani" bir yaşam sürer; ancak "modern" insan bundan rahatsız olur. Hayvanlar için kurdukları tuzakları bozduğu için onu tanrılara şikayet ederler ve sonunda tanrıların da yardımıyla yakalayıp şehre getirirler; bu yazılı ilk destanın bir kısmı Enkidu’nun –o zamanki– modern yaşama, yani esasen insan yaşamına uyum sağlama sürecini ve acılarını anlatır.
En İyi Domuz Ödülü
Bir hayvan alegorisiyle insanı, insan yaşamını hicveden, eleştiren, iğneleyen eserlerden Türkçedeki en yeni örnek, geçtiğimiz günlerde yayımlandı: Aynı zamanda kendisi de ‘tahsilli’ bir akademisyen olan Russell Potter’ın kitabı, Tahsilli Bir Domuzun Anıları ismini taşıyor.
(Görsel çalışma: Guy Masterson)
Roman, adından da anlaşılacağı gibi, bir domuzun otobiyografisi. Toby isimli bu domuzun bir dizi ilginç gelişme sonucu neredeyse bir insan yaşamına dönüşen hayatını kendi ağzından anlatan bir roman bu. Toby, 18. yüzyılın sonlarında İngiltere’de yaşamıştır. Bebekliğinden itibaren onunla sahibinin yeğeni Sam ilgilenir. İkisi arasında sıkı bir dostluk ve sevgi vardır. Oldukça besili olan Toby pazarda En İyi Domuz Ödülü’nü kazanır ve kesilmek üzere başka bir adama satılır. Onu çok seven ve kesilip pirzola olmasını önlemek isteyen Sam onu kaçırarak adamın elinden kurtarır ve bu ikili, uzun bir hayat için yollara düşerler. Toby’nin önce bir sirkte çalışma, orada yavaş yavaş okuma yazma öğrenme ve giderek ünlü bir domuz haline gelme süreci de böylece başlamış olur.
Toby’nin başarıları gazetelere haber olmakta, gösterileri dolup dolup taşmaktadır. Toby’nin hemcinslerine giderek yabancılaşması ve kendi doğasına uygun olmayan insan yaşamına yaklaşması artık kaçınılmazdır. Ancak insanlarla anlaşması da pek mümkün değildir. Öte yandan ünü arttıkça ona eğitim vermek isteyen kişiler, kurumlar ortaya çıkar. Böylece Toby, Oxford Üniversitesi’nde eğitime başlar. Latince öğrenir. Bu arada ülke çapında turnelere çıkmaya, gösteriler yapmaya devam etmektedir. Birçok aydından daha bilgilidir. Bir süre sonra gösterilerden yorulan Toby, emekli olup kendini tamamen kitaplara adar. Shakespeare okur, kimya, tarih ve felsefeye meraklıdır. Bu arada çeşitli unvanlar ve ödüller de kazanmıştır. Bir gün kütüphanede kendi hayatını anlatan bir kitaba rastlar. Ondan habersiz yazılmış olan ve yalan yanlış bilgilerle dolu olan bu biyografiye sinirlenir ve söz konusu hataları düzeltmek için oturur, kendi hayatını bizzat kendisi yazar. 1809 yılında hayatını kaybeder ve kaleme aldığı otobiyografisi de ölümünden sonra yayımlanır. Elimizde tuttuğumuz kitap da işte budur.
Bir domuzun perspektifinden roman yazmak, üstelik de bu domuza akademik kariyer yaptırıp insani yaşamın içine yerleştirmek büyük cesaret isteyen bir iş. Ancak yazarın bunu oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirdiğini ve ortaya bir yandan eğlenceli bir yandan da hayli düşündürücü bir eser koyduğunu söylemek zor değil. Russell Potter, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında yaşayan bir domuzun yaşamını anlatırken o dönemin İngiltere’sini de kusursuz bir şekilde betimler. Toby’nin yaşamı etrafında kurduğu dünya aynı zamanda dönemin eleştirisidir de. Konu ve kahraman olarak ilk bakışta bize uzak bir ortam gibi görünse de sonuçta Toby, içinde yaşadığı topluma uyum sağlamaya çalışan, ama doğasının getirdiği farklılıklar yüzünden bunu asla başaramayacak olan bir bireydir. Roman boyunca, bir bireyin hayatındaki inişlerini ve çıkışlarını izleriz. Bu yanıyla roman evrensel bir element yakalamıştır. Toplum-birey çelişkisinin, olabildiğince abartılı bir örnek üzerinden, tarihsel dokusu sağlam, mizahi düzeyi iyi ayarlanmış bir üslupla anlatıldığı, çoğu zaman eğlenceli bir eser ortaya çıkmıştır. Yazarın bu cesur girişimi her türlü takdirin ötesindedir ve okunmayı hak etmektedir.
(Manşette kullanılan görsel çalışma Yvonne Kennedy'e aittir.)
Yeni yorum gönder