Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sineklerin Tanrısı Yalanmış!



Toplam oy: 149
İlk olarak 1954’te basılan Sineklerin Tanrısı kendi gerçeklik efsanesini yaratmış, bu efsanenin de katkısıyla hak ettiğinden daha çok okunan romanlardan biri. Bir çeşit “karanlığın keşfi, masumiyetin ölümü” hikayesi anlatan romanın edebi değerini sorgulamayacağım. Kaza eseri ıssız bir adaya düşünce içlerindeki ilkel kötülüğün uyanışına tanık olduğumuz bir grup çocuğun hikayesine neden herkesin körü körüne inandığını ve romanda anlatılan olayların gerçek hayatta da pekala yaşanabileceğini düşündüğünü merak ediyorum sadece.

Öyle romanlar vardır ki, etraflarına bir koza örercesine kendi “gerçeklik” efsanelerini yaratırlar. Sonrasında ne yaparsanız yapın bir daha o efsaneyi yıkamazsınız. İlk olarak 1954’te basılan ve bence William Golding’in aldığı Nobel’in esas sebebi olan Sineklerin Tanrısı da bu “gerçekten daha gerçek” olduğu kanısıyla sevilen ve hak ettiğinden daha çok okunan romanlardan biri.

 

Hayır, bir çeşit “karanlığın keşfi, masumiyetin ölümü” hikayesi anlatan romanın edebi değerini sorgulamayacağım. Golding’in edebi dehasını tartışacak da değilim. Kaza eseri ıssız bir adaya düşünce içlerindeki ilkel kötülüğün uyanışına tanık olduğumuz bir grup çocuğun hikayesine neden herkesin körü körüne inandığını ve romanda anlatılan olayların gerçek hayatta da pekala yaşanabileceğini düşündüğünü merak ediyorum sadece.

 

İşte geçenlerde okuduğum bir makale, bu hislerimde hiç de yalnız olmadığımı kanıtladı. Meğer insanın kötülüğünü çocuklar üzerinden anlatan Sineklerin Tanrısı’na tepkili olan başka biri daha varmış. Hollandalı gazeteci Rutger Bregman, bir konuyu araştırırken 6 Ekim 1966 tarihli bir gazeteye rastlamış ve kendini bir anda “gerçek Sineklerin Tanrısı diyarında” bulmuş. Gazetede, Tonga Krallığı yakınlarındaki Ata adlı ıssız bir adada on beş ay bir başlarına yaşamak zorunda kalan altı çocukla ilgili kısacık bir haber yer alıyormuş. Bregman bu birkaç satırlık haberle yetinmeyerek araştırmasının kapsamını genişletmiş ve sonunda müthiş gerçeğe ulaşmış. Önce sözü edilen altı çocuğu kurtaran Avustralyalı kaptan Peter Warner’ı, ardından hepsi hayatta olan 70’lik “çocukları” bulup konuştuktan, hikayelerini dinledikten sonra da oturup her şeyi yazmış.

Hikâye çok kısaca şöyle: Açık denizde sefere çıkan kaptan Warner, bir gün uzak bir sahilde uzun saçlı, vahşi görünümlü, kayalıklarda keçiler gibi sekerek koşuşturan çırılçıplak birkaç çocuk görüyor. Ne olduğunu anlamak için teknesini sahile yanaştırıyor ve şaşkınlıkla çocukların kendisiyle aynı dili konuştuğunu fark ediyor. Telsiz yardımıyla ana karayla konuştuğunda anlıyor gerçeği: Bunlar meğer 15 ay önce bir deniz kazasında öldüğü sanılan çocuklarmış. Böylece onları teknesine bindirerek geldikleri yere, Tonga Krallığı’nın başkenti Nuku’alofa’ya geri götürüyor. Hikâyenin güzelliği şurada: Çocukların içinden kötülük falan fışkırmamış hatta ilkel de olsa Ata’da bir medeniyet kurmayı başarmışlar. Öyle böyle değil aslında; sebze bahçeleri, yakaladıkları kuşlar için kümesler, deniz suyunu içemeyeceklerinden yağmur suyunu biriktirip saklamak için ağaç kütüğünden depolar falan inşa etmiş, kaya parçalarıyla dalları birbirine bağlayarak tuhaf ama işlevsel jimnastik aletleri yapmışlar. Eğlenmek için müzik enstrümanları bile icat etmişler. Yani işler, hiç de Sineklerin Tanrısı’ndaki gibi olmamış.
Bir güzel yanı daha var hikâyenin… Bugün 90’larında olan kaptan Warner ve kurtardığı 70’lik çocuklar aradan 50 yıl geçse de dost kalmayı başarmışlar. Yani bizi kötülüğe ikna eden Golding’in aksine, hayat gene iyilikten yana olmuş.

Golding’in güvenilmezliği
Rutger Bregman, Sineklerin Tanrısı yazarı William Golding’in güvenilmezliği konusunda bir kanıt daha koyuyor ortaya. John Carey, William Golding biyografisinde onun “Sinekler”i yazmadan önce bir dönem çocukların çeşitli konulardaki tepkilerini ölçmek için tuhaf deneyler yaptığı, bundan da kötücül bir biçimde zevk aldığını yazıyor.
Muzaffer Şerif’in deneysel yaz kenti
Rutger Bregman’ın aktardığı olayın ilgimi çekmesinin bir sebebi de, toplumsal psikolojinin kurucularından Muzaffer Şerif’in (Başoğlu) 1950’lerin başında Amerika’da gerçekleştirdiği Robbers’ Cave Deneyi ile ilgili yıllar önce yaptığım haberi hatırlatmasıydı. William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı o sırada da fena halde kafama takılmıştı.
Sol görüşleri sebebiyle 1940’larda ders verdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden uzaklaştırılan ve bu olayın ardından Türkiye’den ayrılan Şerif, dört aşamalı olarak planladığı Robbers’ Cave Deneyi için Oklahoma’da bir yaz kampı düzenliyor ve 24 çocuğu iki gruba ayırıp olanları gözlemlemeye başlıyor. Bir deneye katıldıklarından tamamen habersiz olan çocuklar, oyunlarda kazanmak bir ölüm kalım meselesiymiş gibi kısa sürede birbirlerine düşmanca davranmaya hatta birbirlerini hırpalamaya, can yakmaya başlıyorlar.
Toplumsal psikolojinin en tartışılan meselelerinden olan kutuplaşmanın bir toplumda ne kadar kolay tetiklenebileceğini, farklı gruplar arasında düşmanlığın nasıl hızla büyütülüp savaşa dönüştürülebileceğini ortaya koyduğu için bu deney bilim tarihinde bugün de önemli kabul ediliyor.
Ayrıntıları burada bir kez daha uzun uzun anlatmayacağım ama işin en iç rahatlatıcı yanı bence şuydu: Evet, 24 kişilik bir insan topluluğunu ikiye bölmek bile o toplulukta düşmanlığın filizlenmesine yol açıyordu. “Durumu düzeltmenin ve topluluğu oluşturan bireyleri aynı noktada buluşturmanın da bir yolu olmalı,” diye düşünen Muzaffer Şerif ve asistanları, herkes için tehlike oluşturabilecek bir durum yaratmak adına kampın yegâne su kaynağını kullanılmaz hale getiriyorlar. Bir süre bocalayan çocuklar daha sonra bu sorunu çözmek için mecburen kafa kafaya vermek zorunda kalıyorlar hatta işler o derece yoluna giriyor ki, dönüş yolunda aynı otobüse binmekte ısrar bile ediyorlar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.