Müzik ruhun gıdasıdır. Tıpkı edebiyat gibi. Bu iki kadim sanat, yüzlerce yıllık birlikteliklerini günümüze kadar başarıyla sürdürmüşler, insanların ruhsal gelişimlerine katkıda bulunmuşlardır. Sanatçılar, hangi dalda üretim yaparlarsa yapsınlar, sonunda hep bu iki sanatın insan üzerinde yaptığı etkileri, üretimlerinde temel unsur olarak kullanmışlardır.
Müzik ruha seslenir ama temelinde matematik yatar. Adına porte dediğimiz beş yatay paralel çizginin üzerinde yer alan yedi nota, melodiyi oluşturmak için gamlar, makamlar, majörler ve minörlerle örülürler. Nota halindeki bir yapıt, nota okumayı bilmeyen ve onun melodi karşılığını göremeyenler için anlamsız şekiller topluluğundan başka bir şey değildir.
Aynı durum edebiyat için de söz konusu. Harfler, sözcükler, tümceler, paragraflar, bölümler, onların işaret ettiği anlamlar, yazarın seçtiği konu ve kullandığı üslup, okuyucunun üzerinde yarattığı etki ile edebiyat yapıtının ortak aurasını oluştururlar. Bir dile ait sözcüklerin anlamları üzerinde anlaşan insanlar, bu aşamadan sonra edebiyatın sınırlarına girmeye hazırdırlar. Yine de metinde kastedilen anlamı bilebilmek için -özellikle şiirde olduğu gibi- bir üst okumaya gereksinim duyulur.
Romanlar da çok farklı değil. Tıpkı izleyici tarafından yönetmen sinemasının kabulü gibi, okuyan ile yazar arasında gizli bir anlaşmanın, yani yapıtı üreten sanatçının yazarı kabulü ön koşuldur. Bu yüzden Virginia Woolf, Borges, James Joyce ya da Marcel Proust gibi yazarların okunmasının kendi “iç” zorlukları vardır. Bu yazarların kurduğu dünya, yaşadıklarımızla koşutluklar gösterebilir ama onların kurgulama biçimleri ve dışavurumları bizden özel bir çaba gerektirir.
Çaba, öğrenmenin ön koşulu belki ama yapıttan alınan hazzı da ertelememesi gerekir. Anlamanın ve sevmenin yolu kavramadan geçer. Edebiyat, müzik ve resim dünyayı sanat üzerinden daha iyi kavramanın en güzel yollarıdır. Hangi dalda olursa olsun, sanat insana bir arınma sağlar, hem de kültür olarak yukarıya çeker. Bir yapıtta rastladığımız ve bilmediğimiz bir konu ya da kavram, aslında yeryüzünde olan, ama, ancak o an yüz yüze geldiğimiz yeni bir koddur.
Disiplinini öğrendiğimiz her yeni sanat dalı, onu oluşturan parçalarla önem kazanır. Sanatçılar, yapıtlar, akımlar yavaş yavaş yerini bulmaya başladığında edilgen konumdaki izleyici de algılarını başka boyutlara doğru yönlendirir. Sanat, var olan dünyayı yeniden ve başka bir biçimde tanımlar. İnsan öğrenir, anlar, bilgilenir ve aydınlanır.
Müzikli okumalar
Mehmet Rifat, Ruhların İletişimi’nde, müzik ile edebiyatın ilişkisini edebiyatın gelmiş geçmiş en sıra dışı yazarlarından, gerçek bir bilgi küpü olan Marcel Proust’un romanlarından yola çıkarak bir kez daha yorumluyor. Ruhların İletişimi, aslında Proust’u -müzik üzerinden- yeniden anlama kılavuzlarından sonuncusu.
Entelektüel bilgi, insanların birbirlerini değerlendirmeleri konusunda bir anahtardır. İnsanların sanat üzerinden gerçekleştirdiği iletişimde seçilmiş ve özel konular belirleyicidir. Klasik müzik de kendine özgü yapısı ve dünyada açtığı alan ile sanatın üst sıralarında yer almaktadır. Bir besteci ya da bir beste, kişileri ortak paydada buluşturan sihirli kodlardır.
Mehmet Rifat, kitabın önsözünde, “Müziksever olup da Proust tutkunu olmayanı ya da Proust tutkunu olup da müzik sevmeyeni düşünemeyeceğimize veya düşünmek istemeyeceğimize göre, bu kitap açıkçası ‘Müziksever Proust Tutkunları’na sesleniyor,” diyerek kitabın hitap ettiği kitleyi de belirliyor.
Kendi özel tarihimize baktığımızda, farklı dönemlerde dinlediğimiz müziklerin üzerimizde ne gibi etkiler yaptığını, sınırları kaldırarak hazzın hangi kıyılarına ulaştırdığını iyi biliriz. Müzik bir vecd halidir. Bazen bir halk şarkısı, bazen bir caz standardı, bazen de incelikle işlenmiş bir klasik müzik eseri bize farklı dünyaların kapılarını sonuna dek açar. Pisagor, MÖ 6. yüzyılda seslerin matematik karşılıklarını düşünüp notaların kapısına kadar gelirken, aynı zamanda bu ses birlikteliklerinin insanlar üzerinde yaptığı tarifsiz etkiyi de bir yandan düşünmüştür.
Marcel Proust’un, özellikle başyapıtı Kayıp Zamanın İzinde’de, zamanının Fransız müzisyenlerle olan gönül bağını rahatlıkla görebiliyoruz; Chopin, Debussy, Fauré, Franck, Massenet, Ravel, Saint-Saëns bunların başlıcaları. Ama onun hayatında önemli yer tutan yol arkadaşı Hahn’ı, Beethoven’i, Schubert ve Schumann’ı ama önemlisi yazdığı romanlarla benzerlik kurabileceğimiz Wagner’i ayrı tutmamız gerekiyor. Bu müzisyenler, bir sanatçı olarak Proust’a ilham vererek yalnızca üretimine katkıda bulunmamış, aynı zamanda yapıtında da eserleriyle yer almışlardır.
Bir müzik yazarının izinde…
Proust, gerçek bir müzik yazarı ve eleştirmenidir. Romanlarında yer alan besteciler ve yapıtları üzerine yapmış olduğu yorumlar, onun müzik konusunda ne kadar yetkin olduğunu gösteriyor. Proust, görüşünü oluştururken Schopenhauer’in estetik felsefesinden yola çıkmaktadır. Kayıp Zamanın İzinde’de iyi müzik anlatılırken, romanın kişiliklerinden “Sonat” ile “Septeur” yorumları arasında gidip gelen besteci Vinteuil önemli bir figürdür.
Proust gerçek bir müzik tutkunu olarak konserlere, operalara, balelere gidiyor, hatta evine müzisyenleri davet edip Beethoven eserleri çaldırabilmek için pianola bile satın alıyor. Ama daha da ilginci, Proust hastalandığı ve evinden çıkamadığı 1911 yılında, “tiyatrofona” adını taşıyan bir abonelik sisteminden yararlanıyor. O günün özel hat kablolu naklen radyo yayını olarak tanımlayabileceğimiz bu sistem, tiyatro sahnesinin yakınına yerleştirilen mikrofonlar ve telefon hattı aracılığıyla abonelerine konserleri ve oyunları iletebiliyordu.
Mehmet Rifat, kitabında Proust ve müziği üzerine yazan araştırmacıların yapıtlarından da yararlanıyor ve sonuçlarını okuyucularıyla paylaşıyor. Gerçekten de Proust, yazarlığının arkasına sakladığı müzik bilgisini ve sezgisini her fırsatta satırlarının arasına iliştiriyor. Kitapta ilgimizi çeken en önemli noktalardan biri de, Proust’un “iyi müzik” ve “kötü müzik” üzerine yaptığı yorumları. Proust, soy yapıtlar konusundaki titizliğine rağmen, kötü müziğin de kendine özgü bir estetiği ve sosyolojisi olduğunun farkında.
Proust okumak entelektüel bir çaba ister. Sanatsal referanslarının karşılığını bilmek, yalnızca yazarın değil, okuyucunun da işini kolaylaştıracaktır. Bu noktadan yola çıkmak, yani müzikleri ad olarak değil, melodi olarak duyabilmek, bir kurgu olan romanın nefes almasını sağlayacak ve gerçeklikle olan bağlantısını da sağlayacaktır. Böylelikle leitmotifler, akış içinde üzerinde sağlıklı bir devinime sahip olacaklardır.
İç konuşmalar ve diyaloglarla her fırsatta müzikten söz edilecektir. Bunlar, bazen bir Beethoven Dörtlüsü, bazen Massenet’nin bir yapıtı, bazen Çigan müziği, bazen de Proust’un sevmediği Barok müzik olarak satırlara yansıyacaktır. Evet müzik her yerdedir; bazen tatlı bir mahmurluk eşliğinde, bazen de Chopin ve Wagner müziğinin karşı karşıya getirildiği gerginlik anlarında…
Mehmet Rifat, titizlikle araştırılmış başarılı bir çalışmaya daha imza atmış. Kendisinin Barthes, Proust, Baudelaire ve Ötekiler kitabının tadı halen damağımızdayken, bu kez de Proust ve müzik sanatı üzerine yorumlarını okuyoruz. Ruhların İletişimi ile kitaplığımızda önemli bir inceleme kitabına daha sahip oluyoruz. Ve farkına varıyoruz ki, Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si yapıtı ile Wagner’in Nibelungen Halkası çok ayrı iki konuya işaret etseler de, biri edebiyatta, diğeri de müzikte hacimleri, kurgularıyla ve işleyişleriyle ne kadar da birbirlerine benziyorlar.
Tarih içinde karşılıklı olarak edebiyat müzik kardeşliği hep vardı ve bundan sonra da var olacak.
Görsel: Onur Aşkın
Yeni yorum gönder