Yüzyıllar boyu acıyla yoğrulmuş bir coğrafyada geçen tanıdık yaraların hikayesi Segah Makamı. Bugün altmışlı yaşlarını süren nesil bu yaralara şüphesiz hepimizden daha aşina, zira bu onların hikayesi. Biz sonraki kuşaklar içinse çoğunlukla anne ve babalarımızdan dinlediğimiz, kimi zaman da kitaplarda okuduğumuz ya da filmlerde gördüğümüz bir geçmişe ait. Yetmişli yıllarda başlayan hikaye İstanbul’da yüksek katlı apartmanların henüz o kadar yaygın olmadığı bu dönemde bahçeli bir evin avlusunda başlıyor. Bu avluda karşılaştığımız iki küçük kız çocuğu aslında gelecek yaşamlarına ortaklık edeceğimiz karakterlerimiz: Lale ve Sibel.
Lale’ye çocukça bir aşkla bağlı olan Cemil ve mahalleye sonradan taşınan komşu çocuğu Mehmet’in de katılmasıyla adeta bir çocuk çetesine dönüşüyor bu dörtlü. Dostlukların ömre yayıldığı bir devrin çocukları onlar. Okul sıralarında tanıştıkları fukara çocuğu Naci ile çeteyi beşliyorlar ve hayat yolculuğu başlıyor onlar için. Bu yolculuk süresince biz de onlarla birlikte 555 sayfalık bir yolculuğa çıkıyor ve bir neslin büyüyüp olgunlaşmasına tanıklık ediyoruz. Onlar büyüyüp yetişkin birer insan olurken İstanbul’un çehresi de, bugünkü kadar olmasa da, hızla değişiyor; bahçeli evlerin yerini apartmanlar alırken insanoğlu da dar yerlerde üst üste yaşamayı bir şekilde öğreniyor.
Birçoğumuzun gıpta ederek baktığı, hayatın ve yaşananların daha gerçek olduğunu hissettiğimiz yıllarda geçmesi, o günlere tanık olmuş olanlar için hikayeye acı-tatlı bir nostalji havası katarken genç kuşak okurlarda sanki bir tür masala tanıklık etme hissi uyandırıyor. Hikayenin tekdüze olma tehlikesi mevcut. Ancak kitabı kurguda bir buluş aramaktan ziyade size anlatılan bir anıyı dinler gibi okursanız işte o zaman gerçek keyfine varmak mümkün. Zira başta ben olmak üzere çocukluğunu ve gençliğini doksanlarda ve iki binlerde yaşamış olanlar için ait olmadığımız bir zamana ait birer anıdan ibaret olan biten. Fakat ne yazık ki Sibel ve Lale’nin küçük birer çocuk olarak radyodan dinledikleri birçok vahşet haberi bugünlerde bizim için olağan hale gelmiş ve özellikle de sosyal medya sebebiyle bir nebze de gerçekliğini yitirmiş durumda. Hikayenin naifliği içinde acıların bu denli gerçek, bu denli som oluşu belki de bizi kitabın sayfaları arasında uzun bir yolculuğa çıkartan. Kim bilir, belki biz de kendi acılarımıza bir mesafe alıp uzaktan bakma ihtiyacı içerisindeyiz. Belki biz de acılarımız birer anıya dönüştüğünde dönüp bu anları anlatabiliriz. Belki anlatma kabiliyeti için gerçekten de zamana ihtiyaç vardır; anlatılan dönemi bizzat yaşamış biri olması ve muhalif kişiliği düşünüldüğünde Esra Kahraman için de aynı şeyin geçerli olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Son olarak romanın yer yer didaktik sayılabilecek bir dili var; bu dil bugünün okurunu kimi zaman yorsa da dönüp romanın geçtiği zaman dilimine baktığımızda yazarın kullandığı dilin dönemin gençleri arasında yerleşik olduğunu görüyoruz.
Uzun lafın kısası Esra Kahraman, Segah Makamı’nda kendi geçmişine, gençliğine, yitirdiklerine ve geriye kalanlara bir saygı duruşunda bulunmuş diyebiliriz. Siz de bu geçmişe ortak olmak isterseniz Segah Makamı doğru bir tercih olacaktır.
* Görsel: Mehmet İnanır
Yeni yorum gönder