Hatırlıyorum, iki sene önce berbat sıcak bir yaz günüydü. Bir arkadaşımla “Taşra ve Edebiyat” sempozyumuna gidiyorduk. Tabii ki yolda “Bu havada taşra sıkıntısı çekilir mi?” türünden şeyler söylüyorduk. Gitmesek mi? Yok bir gidelim, sıkılırsak çıkarız. Malum, taşra denilen şeyi -bilhassa da 90 sonrası yeni Türkiye sineması denilen şey aracılığıyla- kafamıza “sıkıntı” diye işlediler. Hatta bu iki kelime zamanla bir isim tamlaması gibi kullanılmaya başladı. Öyle ki “taşra heyecanı” Türkçeye has oksimoronlardan biri olabilir. Ahmet Hamdi’nin “Taşra oturup bekleme yeridir,” lafının yaygınlığının da bunda payı yok değil.
Velhasıl, İstanbul’un orta yerinde, sıcağın bağrında düzenlenen bu sempozyumun yapıldığı salona girdik. Ve fakat salonda sıkıntıdan eser yok. Kahkahalar, biraz da “taşra” lafıyla severek alay eden ve bu esnada da “merkez”in kibrini tiye alan cümleler havada uçuşuyor. (Bu arada Hasan Ali Toptaş da bütün mütevazılığıyla bir kenarda eliyle ağzını kapatarak kıs kıs gülüyor.) Evet, anlaşılan oydu ki bu yazar ve akademisyenler “Ah taşra vah taşra” diye yakınmak için değil, taşraya bir iade-i itibarda bulunmak, merkezin gözünden yapılan taşra tasvirini alaşağı etmek için oradaydılar. Ben katılmadım ama konuşmalara bir de atölyeler eşlik ediyordu. Bu atölyelerde bir “Taşra ve Edebiyat” manifestosu hazırlanacaktı. Şimdi o konuşmaların bir kısmı ve o manifesto kitap haline getirildi.
Mesut Varlık’ın yayına hazırladığı kitabın başında bu manifesto sizi bekliyor. Edebiyatın taşrasının bulunmadığını ve edebiyatın tek mekanının dil olduğunu beyan eden, eğer edebiyatta taşra diye bir şey varsa da, sahih edebiyatın oradan çıktığına dair bir manifesto. Kitabın ve manifestonun handikapları yok değil ama kitaba alınan konuşma metinlerinden bazıları çok iyi. Önce Sezar’ın hakkı Sezar’a onlardan bahsedeyim, sonra birkaç handikaptan da bahsedeceğim.
İnsanın taşrası
İlk yazı, öykücü Kerem Işık’a ait. Önce klasik taşra tanımlarını –sıkıntı, sıkışmışlık, dışarıdalık, eksiklik, olmamışlık, geç kalmışlık vs.- sıralayan Işık sonra buradan taşranın olumlu bir anlama sahip olduğu durumlara (Heidegger’in varoluşçuluğun temellerini taşrada atması gibi), sonra da taşra / merkez ayrımını ortadan kaldırmayı gerektiren (ya da ister istemez kaldıran) bir edebiyat tanımına geçiyor. Yazının zaten coğrafi ve siyasi merkezle derdi olduğunu belirttikten sonra, edebiyatın şöyle bir şey olduğunu anlatıyor: “Yazmak insanın merkezine ve oradan da -Canetti’nin deyişiyle- insanın taşrasına doğru çıkılan bir seyahat.” Bu seyahatten sonra “mekansal” olarak taşra ve merkezin ayrımı kalmayacak ve edebiyat mekandan azade bir “noktalı virgül”e dönüşecektir. Bence sağlam bir teşbih.
İkinci yazıda Necati Mert “Taşra Öteki’dir” diyerek kişisel taşra hikayesini anlattıktan sonra, taşraya merkez karşısında dirimsel bir alternatif olma anlamı yükleyerek taşranın Alevileri, Kürtleri, gayleri, kadınları, çingeneleri, ezcümle bütün “dışarıdakileri” kapsayan olumlu bir kategori olduğunu belirtiyor. Taşra eşittir sıkıntı formülünden çok daha zihin açıcı bir formül bu.
Bir sonraki yazıda Ömer Solak, Cumhuriyet dönemi romanında taşra mevzusuna kapsayıcı bir bakış getiriyor. Uzatmadan özetleyeyim bu faydalı panoramayı. İlk modelde “iktidarın modernleştirici görüşlerinin savunucusu” olan kentli aydın roman kahramanları taşrayı “aydınlatmaya” giderler. İkinci modelde “sosyalist öncülerin anlatıları” taşraya daha “içeriden” ama yine bir “öğretme” misyonuyla bakarlar. Üçüncü model ise “Osmanlı bakiyesi münevverlerin edebi tavrı”dır. Bunlar taşraya hiç bakmayıp, yitirilmiş bir görkemli geçmişin nostaljik mekanı olan İstanbul’a odaklanırlar. Böylece iyi bir analiz sunan Solak’ın yazısında bir eksik var: yazar ve roman adları. Onları tamamlamak da dedektif okura kalıyor. Ethem Baran ise “Herkesin Taşrası Kendine” adlı yazısında, bütün samimiyeti ve doğallığıyla taşralıların aslında sıkılmadığını, merkezdekilerin taşralılara “oturdukları yerde sıkıldıklarını öğrettiklerini” söylüyor. Herhalde sempozyumun halet-i ruhiyesini en iyi özetleyen konuşma-yazı bu.
Taşrada ve yoğun
Diğer yazılarda Abdullah Taşçı ve Arin Kuşaksızoğlu, Hasan Ali Toptaş, Kafka, Yusuf Atılgan gibi yazarlar üzerinden taşrayı ele alıyorlar ama açıkçası yazıları sağlam bir analiz ve sonuca bağlanmayarak, taşraya dair yarı-kişisel, yarı-edebi birer fikir-dökümü olarak kalıyor. Madem handikaplardan bahsetmeye başladım devam edeyim. Asuman Susam “Radikal Demokratik Bir Teknopolitika” bağlamında taşrayı yeniden değerlendirmeye giriştiği yazısında, taşrayı “postmodern” teorisyenlerin kavramları (merkezsizleşme, arzu-tüketim, akışlar, post-endüstriyel ilişkiler ağı vs..) üzerinden okumaya çalışıyor fakat mevzubahis Türkiye taşrası bu kavramları hiç üzerinde taşıyamıyor kanımca. Böylece bu analizler de fazlasıyla akademik ve “iki üç beden büyük” kalıyor.
Kitapta şöyle bir sorun var: Edebiyat ve taşra mevzulu bir kitaba “Yeni Türkiye Sineması Taşra’da Ne Arıyor?” başlıklı bir metnin dahil edilmesi pek anlamlı değil. (Sinema burada ne arıyor?) Benzer şekilde, koku uzmanı Vedat Ozan’ın taşra ve koku konulu “Benim Gibi Kokmuyorsun” başlıklı yazısı, her ne kadar leziz bir yazı da olsa, edebiyattan çok “koku bilimiyle” alakalı olduğu için kitapta biraz “fazlalık” gibi duruyor.
Son olarak, manifestodan sonra Mesut Varlık’ın sözü bağladığı yere bir itirazım olacak. Mesut gayet yerinde bir hamleyle insan ne kadar taşradaysa o kadar yoğundur diyor. Ama şöyle ekliyor: “Büyük katiller ve büyük sanatçılar hep orada görülmüştür.” Bu 19. yüzyıl ürünü romantik katil-sanatçı metaforundan kurtulmak gerek artık, zira “öldürmek” hiç de yoğun, havalı ve yaratıcı bir şey değil. “Katil” denince benim aklıma “katil devlet” geliyor bu aralar. Ya da daha kötüsü “kadın katilleri.”
* Fotoğraf: Nejat Gündüç
Yeni yorum gönder