Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Trajedi: Doğruyu görmek



Toplam oy: 1255
Terry Eagleton
Ayrıntı Yayınları

Asık suratlı mıyız? Erkek miyiz, dişi mi; olup bitenin karşısında? Erkek olduğumuz için mi kaşlarımızı çatıyoruz, yoksa mağrur muyuz? Yeryüzünde sürekli hadım, idam, kanibalizm, insan kanı dökme ayinleri ya da canlıların kadavraya dönüştürülmesi eylemlerinin modern ve modern olmayan toplumlarda bile gerçekleştirildiğini mi düşünüyoruz?

Bütün bu ağır koku bizden mi çıkıyor? Ya da daha trajik biçimde, bütün bunlar engelleyemediğimiz biçimde üzerimize yağıyor, öyle mi?

 

Trajedi, cinsellik ve aşkla birlikte, kavram ve duygu düzeyinde, insanlığın üzerine konuşmaya çalıştığı, bundan keyif aldığı, tarifi mümkün olmayan –ki hiç kimse, T. R. Henn’in dediği gibi, edebiyatı da meseleye dahil ederek, trajedinin sınırlarını belirleyen, onu kapsayan bir tanım yapamaz- bir uzam. Bir girdap. Hem her şeyin tasnif yöntemiyle ulaşılır kılındığı bir dünya tasarımında hem de her şeyin birbirine değdiğini tasarlayan görüşler aynı. 'Çatışma'yla oluşagelen tek trajedi olgusu var: Acı. Ancak bu acı, bir dayanışmadan çok, ayrılığı, yan yana değil, yine ve yeni çatışmayı, yani karşı karşıya durmayı çağrıştırıyor.

 

 

Kaynaklara derinlemesine dalındığında, muğlaklık anlamına denk gelen Yunanca bir kelimeyle karşılaşılacağını işittim. Sophrosyne ifadesi, tüm yazılı / yaşayan evrenin oluşumunda can alıcı / verici bir anahtar. Bu muğlaklık mitleri oluşturuyor, felsefeden edebiyata, anarşinin ilmeklerinden dine kadar birçok yapıyı inşa ediyor. Olup biteni, bir bütünlük içinde görme eğilimi, tek başına trajediyi oluştururken, bu eğilimin gerekliliği de ortada. Bu bütünlüğün içinde Hegel de var, İbrahim de. Trajedi, adına her zaman acı denmese de, yapıldığında tragedya, yapılamadığında felsefe oluyor. Mutlak bir bağlılık içinde hareket eden bu devinim, metinlerarası incelemede kutsal metinlerin çok modern romanlarla kucaklaştığı da tespit edilmiş. Trajedi, yaşamı yaparken, edebiyatı gerçekleştiriyor. Günah ve beden, toplum ve birey, ilahi olan ve ilahi olmayanın, epistemoloji ile etik arasındaki sınırın da belirginliği yitiyor. İşte buradaki sorunsal insanlığın gerçek mesleği. Etik mi, epistemoji mi?

 

 

Muğlaklık: Trajedi

 

 

Günah keçisini bilir misiniz? Pharmakos’u? Ecza, ilaç anlamına da gelir. Trajedi, etimoloji itibarıyla 'günah keçisi'dir. Ondan Bataille de bahseder, dolaysız olarak Dionysos da. Her şey ona yüklenir, ona yüklenemediğinde bedene. Başkasının ya da kendisinin bedenine. Thomas Mann da bundan laf açar, Kral Lear da. Edebiyat, bundan oluşur. Acıyı denetim çabasından. Biz bu acıyı seviyoruz, karartmayalım yüzümüzü. Tatlı Şiddet en uygun biçimde bunu anlatmış. İçinde merhamet, korku, haz, özgürlük var.



Trajedinin ölümcül ve bir o kadar yaşamsal alanından bahsedilmiş bu yapıtta; ortak acılardan, özellikle bedene ait olanlardan. Bu kitap da; öncekilerin yaptığı gibi, tarihselci kritiği parçalayıp çekirdeğini alarak, sembolizmin aptal balonunu patlatarak, politik olanın yazınsal (edebi) literatürün bir yansıması olarak değerlendirerek; sanıldığı gibi Anglosakson merkezli düşüncenin değil, toplumların bir matrisini çıkarmaya –en azından içtenlikli- çalışarak; solu teolojinin, metafiziğin sözlüğüne bakmayı davet ederek; trajedinin muğlaklığından yola çıkıp toplumun ve tarihin getirdiği ağır yükün mutlak acısından söz açarak, ne idüğü belirsiz postmodern kavramına ve türevlerine bulaşmadan, evrensel dedikodulara aldırmadan yazılmış. Yazgı gibi. Hepsini söylemiş Terry. Biz, onun gerçeğinin bir yarısını sıkıştırabildik buraya, Eagleton’un. Bay Terry’nin.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.