Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet Kitapları'ndan yayımlanan son yapıtı "Kriz"de, uzmanlığını yaptığı bu konu üzerine olan çalışmalarını damıtarak okura aktarıyor. Londra'da yaşayan Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Yıldızoğlu, Kriz'de, bekleneceği gibi, tüm birikimini; ekonomiden politikaya, toplumsal yaşamdan kültüre, tarihten coğrafyaya, bilimden mistiğe uzanan boyutlarıyla değerlendirmiş. Kendi birikimini değil sadece, tüm gezegende bu konular hakkında yazılanların en önemlilerini de büyük bir bilimsel saygıyla ele almış, meraklılarına aktarmaya çalışmış. Yıldızoğlu, Kriz'e, 2006 yılından başlamayı seçmiş, 2010 yılına uzanmış. Anımsayalım: 2006 yılında henüz bir kaç 'aykırı' ekonomi uzmanından başka, "Bu işlerin böyle gitmeyeceğini" söyleyen kimse yok. Ekonomik durum üzerine değerlendirmeler yapanlar –tüm gezegen itibariyle- hala pembe dünyalarındalar. Neoliberal politikaların ne kadar iyi, ne kadar başarılı olduğunu okuyup dinliyoruz. Yıldızoğlu, o dönemlerden başlamış yazmaya büyük bir sıkıntının kapıda olduğunu, önce finans kesiminde başlayacağını ve oradan da reel kesime etki etmeye yöneleceğini, üstelik bunu gerçek zamanlı diyebileceğimiz bir tanıklıkla yapmış.
Yıldızoğlu, Kriz'in Sunuş Bölümü'nün kaynakçasında, yararlandığı yapıtları aktarıyor, bunların bir bölümü; Louis Althusser, Etienne Balibar, S. Amin, Michel Agliette, Arrighi, Wallerstein, Alain Badiou, Paul Baran, Bukharin, Regis Debray, M. Dobb, Cole, Edwards, Gilles Deleuze, E. Farjoun, Habermas, Hegel, Hobsbawm, Keynes, Lenin, Rosa Luxemburg, Ernst Mandel, Karl Marx, Plekhanov, Paul Sweezy, Therborn ve Slavoy Zizek'e ait. Saydığımız isimler, bir araya getirilişlerindeki emeğin yoğunluğuna dikkat çekmekten öte, Sunuş'un kaynakçasının yarısını bile oluşturmuyorlar. Ve Yıldızoğlu, okura, ekonominin ne olduğunu, ekonomi ile yaşamın diğer alanlarının ilişkilerinin derinliğini hem alçakgönüllü, hem de iddiasından ödün vermeyen bir titizlikle aktarmaya çalışıyor.
Kriz'i okurken, biliminsanı nasıl olunur sorusu üzerine de ister istemez kafa yoruluyor, bilim'in ne anlama geldiği üzerine de.
Ergin Yıldızoğlu'nun, Kriz'e, 2006 yılına özel bir önem vererek başladığını belirtmiştik, bu bölümde, ekonomik durumla ilgili karamsar görüşlerin yavaş yavaş başlaması üzerine iyimserlerin iyimserliklerine devam ettiğini belirten Yıldızoğlu, şöyle diyor:
"...Bu 'iyimser' yorum, bana Kral Pyrrhus’un zaferini anımsattı. Eğer Berner haklı çıkarsa, bu resesyon 'atlatılırken', ABD ekonomisinin de küresel ekonomi içindeki göreli ağırlığı ve etkinliği büyük ölçüde azalacak. ABD dünya ekonomisinin lokomotifi olmaktan çıkacak. Böylece de, doların ayakları altındaki en büyük dayanak çekilmiş olacak. O zaman, ABD açısından geriye, doları yalnızca silah zoruyla korumaktan başka bir yol kalmıyor. İroni şurada: Doları silahla korumaya devam etmek küresel jeopolitikteki belirsizlikleri arttırmaya devam ediyor (örneğin: Martin Hutchinson, “Küresel kötümserliğin maliyeti” Prudent Bear14/08), dolayısıyla, Rubini’ye göre mali piyasalarda zaten1987 borsa krizi öncesindekine benzer bir konjonktürün oluştuğu günümüz ortamında (RGE, 12/08), bir mali çöküntü olasılığını çok güçlendirecek. Her mali çöküntüyü bir resesyonun hatta depresyonun izlemesi ise, deyim yerindeyse, Allah’ın emri!..." Bu yazının tarihi, 21.08.2006, günümüze izdüşüm indirmemize gerek var mı?
Kriz'in sonlarına doğru gelebiliriz artık. Yıldızoğlu, Dubai'deki sirkin sona ermesi üzerine de:
"...Bloomberg, Financial Times, Business Week, aklınıza gelen hemen tüm finans piyasasıyla ilgili 'blog'lar, Perşembe’den bu yana Dubai ile ilgili, mali krizin en büyük devlet borcu iflasının (sovereign debt default) gündemde olduğuna, aşırı borçlu ülkelere yönelik risk algısının değişeceğine, 'Dubai’nin buz dağının görünen ucu' olduğuna ilişkin yorumlarla doluydu. Ama tüm bu haber ve yorumların içinde ben en çok 'Sabahları napalm kokusuna bayılıyorum' başlığını sevdim (Naked Capitalism, 27/11/10). Yazar 'Ben piyasaların tarumar olmasından zevk almıyorum, ama bunların olacağını biliyordum, portföyümü de ona göre düzenledim' diyordu..."
"...Benim portföyüm filan yok. Ama ben de, toplumsal ve ekonomik süreçlere ilişkin benimsediğim perspektifin bana düşündürdüğü öngörüler gerçekleşince, 'napalm kokusu' olmasa bile, hele Dubai’nin devasa kitch binalarını düşününce, Almanların deyimiyle bir 'Schadenfreude' (üzülür gibi yaparken, aslında haz almak) yaşıyorum. Geçen yıl 24 Kasım tarihli yazıma bakarsanız, 'Dubai’de vinçlerin sustuğuna' ilişkin bir gözlemi size aktarmış olduğumu göreceksiniz…"
"...İşin 'sırrı' şurada: Önce piyasaların rasyonel, kapitalizmin insan doğasına en uygun üretim tarzı olduğunu kanıtlamaya çalışmaktan vazgeçeceksiniz. 'İyimserlerin', her gün önlerindeki haber kırıntılarına odaklandığı için burunlarının ucundan ötesini göstermeyen merceklerine itibar etmeyecek, her olasılıkta hem ileri hem de geriye doğru, uzun ve orta dönem gelişmeleri, sistemin tektonik hareketler gibi yavaş gelişen, gözlemlenmesi çok zor eğilimlerini düşünmeye çalışacaksınız. Günlük bilgi kırıntılarını bu zeminde yorumlayacaksınız… Ama, doğrusunu isterseniz ben iyimserlerin de hakikaten iyimser olduklarına inanamıyorum. Geçen yıl bu zamanlar, Dubai’nin başının dertte olduğunun eğer ben ayırdına vardıysam, her gün piyasayla haşır neşir olan bu insanların, durumu çok daha önceden, tüm ayrıntısıyla biliyor olmaları gerekmez mi? Gerçekten de toplam 60 milyar borcun aslında gerçeği yansıtmadığı, bilanço dışı kalemlerle birlikte iki misli bir büyüklüğün söz konusu olabileceğine ilişkin uyarılar hemen ortaya dökülmeye başladı. Kısacası, ben bu 'iyimserlerin' aslında bizi kasıtlı olarak yanılttıklarına inanıyorum. Ama kim bilir.. bekli de bunlar, gerçekten de burunlarının ucundan ötesini göremiyorlar..." diyor.
Bu kitaba kadar Ergin Yıldızoğlu'nun okuru değil idiyseniz, Kriz'i okuduktan sonra bir süre, beyninizdeki programların çalışmaya devam ettiğini, yaydıkları elektrikten bilebilirsiniz.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder