Yalnızca çok sevilen bir oğul değil, aynı zamanda iyi ve işe yarayan bir çocuk olmak için, kaykayla Bülbülderesi Caddesi’nden geçip Beğendik Yokuşu’ndan Doğan Telekom’a gidebileceğimi babama ispatladığım gündü verimli bir genç oluşum. Babamın araç telefonu dükkânında en çok ihtiyaç duyulan cihaz, telefonlarını arabada şarj etmek isteyen geniş zaman prenslerinin, krizi fırsata çeviren şövalyelerin ve televizyonlara röportaj veren romancıların pek rağbet ettiği çakmak kablosuydu. Telefonlar, o zaman, ceplere girecek kadar küçük değildi. Bu ehlikeyif müşteriler için ben, babamın yalvar yakarışlarına ve çırak Adem’i gönderme isteklerine karşı, kaykayla Seyranbağları’ndan Kızılay’a yıldırım gibi gidip çakmak kablosu alabiliyor ve dönüş yokuş yukarı olduğu için gidişim kadar heybetli ve hızlı olmasa da, dükkâna muzaffer bir şekilde yağmur yağmur geri dönebiliyordum. Adem bütün bunları, dükkânın girişindeki betonun üzerine oturarak izliyor ve çalışmaktan zevk alabilmenin, ancak patron oğlu olmakla mümkün olabileceğini, Doğan Telekom’a gitmediği için yakabildiği sigarasının keyfiyle, belki de benden önce anlayabiliyordu.
Babamın dükkânında çırak olarak çalışan, benden büyük iki akrabam vardı. Aslına bakarsanız neredeyse bütün ailem babamın yanında çalışıyordu. Ailemizde genel anlamda bir işsizlik dalgası esiyorsa babamın bir işyeri açması, ne bileyim, bir girişim yapması, olmadı, büyük maçlardan sonra koltuklara düşürülmüş saatleri ve pırlantaları toparlayabilmek için stadyumlarda arama yapan bir temizleme şirketi kurması ve buna mukabil, orta alanın rakip yarı alanına bakan dilimi içinde, büyük biraderlere ve yengelere istihdam yaratması gerekirdi. Sabahları kadın dualarıyla açılan, akşamları çilingir sofralarının tatlı günahlarıyla kapatılan bu işyerlerine, büyük ve küçük amcalar, okumayınca sanayiye verilmesi planlanmış eksik projeler, kendini kanıtlamak isteyen kaykaylı küçük oğlanlar, baltaya sap olamamış tekne kazıntısı ve aklı yarım Ademler inerdi sonra. Boyasını herkes elbirliğiyle yapar, temizliği aynı elden geçirilir, bir hala, ara sokaklardaki nealırsanbirliracılardan, dükkân kapısının üzerine asılacak bir mavi nazarlık bulur ve çelenkli ve köpüklü şaraplı açılışlarla dünya evine girerdi. Abarth olurdu bazen adı, Mobira olurdu. Abarth ve Mobira denilen sihirli kelimeler, kendi zamanlarının kahramanları olurdu hep. Sıkıntılı yaz günlerinde, birlikte vakit geçirdiğim ve çıraklıklarına ortaklaşa küfredip sövüp saydığımız o iki akrabamın sohbetlerine türkü bile olurdu: “Arızalı mısın Mobiralı Fehmi çaydan mı geçtin?” Türküde adı geçen Fehmi, zamanında yengem uğruna nice derbilerde top toplayıcı olarak görev almış, klip çekimlerinden önce ünlü kadın sanatçıların meme uçlarını sertleştirmek için memelere sürülen buzları buzluktan çıkarmış ve iyi restoranlardaki artık yemekleri garsonların eve götürmelerini önlemek için jurnalcilik bile yapmış olan nevi şahsına münhasır büyük amcamdı. Benden büyük o iki ağabeyim, canları sıkıldığında bu türküyü söylerdi, ben de onlara bakıp bakıp, şu dünyanın yemek sonralarında, sigara içmelerinde, kız memelerinde ne kadar eğlenceli bir yer olduğuna bir kez daha kani olurdum. Okul tatile girdiğinde, patronun oğlu sıfatından sıyrılmış olmayı isteyerek soluğu doğrudan onların yanında alırdım. Ben biraz daha büyümüş olsam, onlar o kadar daha küçük olurlardı sanki. Yemek zamanı, diğerleri kale arkasında Nilgün Abla’nın yemeklerinden yerken bana stadyum tarafında 49 Kebap’tan pide söylenmesinden pek hoşnut değildim, ama bu konuda yapabilecek bir şeyim yoktu. Patronun kaykaylı oğlu olmaktan kurtulmak kolay olmuyordu, genelde kendimi hayasızca taca atıyordum. Aslında benim tek isteğim, bu basit futbol oyununda kendimi göstermekti. Ben futbol maçlarını çok severim çünkü aynı işi tek bir hamleyle yapabiliyorsun. Örneğin, top sana doğru geldiğinde yalnızca topa vurmuyorsun. Topla birlikte, sinirlendiğin annelere ve seni hiç anlamayan birkaç kıza da vuruyorsun, ama kadınlara vurmak yasak ve kaba bir hareket olduğundan, hemen birkaç kabadayı etrafını çeviriyor ve maç içinde seni sorguya çekiyorlar, sıkıştırıyorlar. Sen sağ kanattan aldığın topla fuleli deparını atarken, memleketin kimseye yakışmayan gürültülü istasyonlarından trenler geçerken, bir Ankara minibüsündeki hacı amcanın tespih sesinden dini bir kavga çıkarken, o kabadayılar sana, hüznün ne olduğunu bir güzel anlatıveriyorlar. Tanımadığı kızları koruyan adamlarla bir saat boyunca türlü kavgalar veriyorsun, bu arada gol yiyorsun, hata senin olduğu için hem bütün kızlardan hem de bütün takımdan özür diliyorsun, baban senin geriye de gelmen gerektiğini söylüyor, oysa sen hep ileri gitmek istiyorsun ya da ortalarda bir yerde rahat rahat dolaşmak istiyorsun. Olmuyor. Tabii bu arada, başka iskelelerde onlarca ada vapuru kaçıyor. Ceza sahasından bir başlıyorsun koşmaya, top sana doğru geliyor, ama nasıl geliyor, süzüle süzüle, diyorsun ben bu topa bir vururum ve ada vapurunu yakalarım. Vuruyorsun.
Diyeceğim şu ki, dünyanın ortasındaki bir yer gibi bir yerde oturmuş yalvarıp duruyordum: “Varım, bağırıyorum; beni görmenizi istiyorum.”
Yıllar anne tokadı gibi geçtiğinde, telefonlar biraz daha küçüldüğünde, ben herkese göre gittikçe daha çok büyüğümde ve hiç eksilmeyen acısız kebaplarım bittiğinde, hemen ağabeylerimin yanına giderdim; nerede ve hangi yaşta olursam olayım. Zamanında onların yanına, tıpkı bir Ortaçağ düşesine yakışmaya çalışan avam bir kahraman gibi yakışmaya çalışırdım. İlk gençlik sigaralarıyla, dayılarının uzağında bir yerde oturup dükkânın bulunduğu apartmanın beşinci katındaki büyük memeli Hande’nin onları nasıl çıldırttığından bahsederlerdi. Hande onları çıldırtırken, onlar da sigaralarını havaya havaya üflerdi. Çıldırtmanın ne demek olduğunu anlayamazdım. Bilmekten korktuğum için de soramazdım. Sinirlendirmek gibi bir şey herhalde, derdim. Bazen babam bana, “Çıldırtma lan adamı!” derdi çünkü. Din öğretmenimiz de arada sırada, “Sizler adam çıldırtırsınız!” derdi ve erkeklerin favorilerinden tutup kafalarını tahtaya vururdu. Hande’nin de kuzenlerimin favorilerinden tutup duvara çaldığını hayal ederdim. Ne kadar komik bir kız olmalıydı.
Kaykayımın dışında, patron oğlu olduğumu belli eden bir de kayıt cihazım vardı. Gazetecilerin kullandığı o küçük teyplerden. Her yere götürürdüm onu. Böyle etrafta çok görülmedik elektronik veya mekanik cihazların, sınıflarda büyük etkisi olur. O nadide aygıta hiç zorluk çekmeden sahip olmuş çocuklar, sınıfın ve elbette tüm iktidar savaşlarında kızların gözdesi haline geliverir. Şaşkın kızlar, ne olduğunu anlamadıkları bir şeye sahip oldukları için ne olduğunu bildikleri bir çocuğu hayran hayran izleyebilir. Kendilerini gerçekleştirmeyi, bir başkasının gerçekleşmesinde arayan o sınıflarda beni de popüler yapardı değişik mekanik oyuncaklarım. Severdim bu ilgiyi. Ama genelde, o çok mucizevi, o çok bambaşka aleti o saate kadar gerektiği gibi verimli kullanmayışım, sınıfın, kravatını asla sıkı sıkıya bağlamayanları tarafından derhal tespit edilir ve kaybolmasıyla varlığı daha da artan bir gemi gibi gözden yiterdim. Bir hoca gelir, tutar yakamdan kaldırır, böyle sefil bir hayat sürmemin mümkün olmayacağından başlayıp Fenerbahçe’nin neden her zaman galip gelemediğiyle sonlanan bir Türkiye panoraması çizer ve beni sınıfıma iade ederdi. O sırada sınıfın gevşek kravatlı yoğun auralı kanı delileri, benim aygıtımla espri yapmaya çoktan başlamış olurdı. Görkemsiz bir kaybeden olduğum için kızlar benden cayar ve az önce tavlada 4-0’dan oyun vermiş öğretmen de, canım teybimi, gün bitene kadar müdür muavininin çekmecesinde saklayacağını söylerdi. Yalnızca acımasız sınıf değil, ağabeylerim de, benim bu aleti hakkını vererek kullanamadığımdan dert yanardı. Hande’nin siniriyle –çünkü Hande onları her gün çıldırtıyordu sanırım– havaya havaya üfledikleri sigaralarını içerlerken, birden kayıt cihazımı elimden alıverir, “Kuşun ötüyo mu lan?” deyip gülerlerdi. Ben de gülerdim. Ötüyor olmalıydı kuşum. Sonra kayıt tuşuna basıp kafa kafaya verip türkü okurlardı. Sorumun cevabını almadıkları için sevinirdim. Dokuz yaşındayken okul duvarında sıkıştırdıkları kızları, on bir yaşında hem de ağızlarından öptükleri kızları, on dört yaşında da götürdükleri kızları anlatırlardı. Nereye, diye sorardım, gülerlerdi. Hepsine inanırdım. Büyük ağabeylerimdi onlar benim. Onlar gibi olmak isterdim; onlar gibi salata ve makarna yemek, kebap yememek; “Arızalı mısın Mobiralı Fehmi”yi söylemek, çaydan geçmek, Hande’ye sinirlenmek isterdim. Bazen birden, gönülden coşkuyla, babam da yokken, dünya da henüz bir toz bulutuyken, gülmelerini kesip, başlarlardı içimdeki hâlâ en derin türküye: “Memleket mi yıldızlar mı/Gençliğim mi daha uzak?”
Bir başladılar mı türkülere, hiç susmazlardı. Birinde “Kimimiz faşizme, zevke sunulduk” derken, “faşizme” sözünü birbirlerinin gözlerinin içine baka baka, bastıra bastıra söylerler, bir başkasında bin yıllık bir kavganın iki ince memedi olurlar, anlamlı anlamlı ellerini şaklatırlardı. Onlara nasıl yetsem diye düşünüp bir yol bulamaz, okudukları türküleri ezberlerken, ben de oraları özellikle güçlü güçlü ezberlemeye gayret ederdim. “Faşizme” derken gözlerimi kısar, sinirli gibi yapardım yüzümü. Babam dükkâna girdiğinde, sigaralarını yere atarlar, aleti de elime sıkıştırıp kaçarlardı. Onlar gidince, dükkânın kuytu bir yerine geçer, kaseti başa alıp alıp dinlerdim. Dünya o an yeniden kurulurdu Bülbülderesi Caddesi’nde. Ben bir kez daha evrim geçirip çok âşık olunan bir oğlan, hep kazanan bir takımın taraftarı ve bir sanatçının kimseye ihtiyaç duymayan yetenekli meme ucu olurdum. Türküleri onların söylediği gibi söylemeye çalışırdım, ama her şey küçükken çok zor gelirdi. Kayıt cihazı, ben bu dünyada ne yapamıyorsam, bunu benim yüzüme vurmak için uğraşırdı sanki. Kayının ne demek olduğunu, faşizmin neden kötü olduğunu anlamıyordum, ama onlar bu hercümerçte yenik sayıldı diye ben de yeniliyordum faşizme. Faşizme yenilmek çocukken çok mutlu ediyordu beni. Sonra Hande vardı, gol attığımda kendinden geçen taraftarlarımız vardı, türküler vardı. Ne güzel söylüyorlardı. Sormuştum türküleri, kimlerdir bunlar diye; beni de eğiteceklerini söyleyip bir iki kaset vermişlerdi. Onların, güzel günlere inanan mutlu yusufçuk kuşları olduğunu düşünürdüm. Bana öğrettikleri başka bir türküde geçiyordu bu kuş, onlara yakıştırırdım. Öyle efkârlı efkârlı söylediklerine, dumanı havalara üflediklerine göre, çok eski zamanlarda kalan çok ağır ağabeylerimdi onlar benim. Şimdi birinin pazarlama elemanı diğerinin de Hakiki Koç hostu olması hiçbir şey değiştirmiyor. Aradan onlarca yıl geçmiş olması; babamın ölmüş, Mobira’nın kapanmış, Adem’in başka bir dükkânda hâlâ çırak olması neyi tekzip eder ki? Yıllar önce bir taşınma sırasında kaybettiğimi sandığım kayıt cihazını biraz önce bulmuş olmam, taşınıldığı için boşalan bir odanın duvarına yaslanıp havaya havaya üflediğim sigara dumanları, fonda çalan bir Livaneli türküsü, pencereden boğuk boğuk gelen içtima sesleri, neyi geri getirebilir ki Hande?
Aramızda kalsın, önce hangisini sinirlendirmiştin, hatırlıyor musun?
Yeni yorum gönder