İlk, muhtar öğrendi öldüğünü. Kahveye çıkmadığını söylemişlerdi birkaç gündür. Çeşme başında da gören olmamıştı. Yemeğini Hatice Hanım vermişti üç gün önce. Ona da uğramamıştı bir daha.
Odasına girmeden, önce dışarıdan bir seslendi muhtar. Sonra cama tıkladı. Baktı ses yok. Üstünkörü kapatılmış kapıya yüklendi, içeri girdi. Tahta sedirde, yüzünü duvara dönmüş yatıyordu. Yorganı alnına kadar çekiliydi ve açıkta kalan saçlarına bir karasinek konmaya çalışıyordu.
Görür görmez anladı muhtar.
Daha geçenlerde torununu koşturmuştu çeşme başında. Torunu yarı korkulu, yarı neşeli şikâyet etmişti onu. “Deli adam koşturdu beni!” demişti. “Soru sordum diye kızdı bana.” Gülmüştü muhtar. “Kamil Dayı’n o,” demişti. “Deli deme sakın. Üzülür sonra.” Gerçek adını bilen birkaç kişiden biriydi muhtar. Herkes gibi o da zamanla unutmuştu o adı. Hatta Kamil Dayı’nın kendisi bile.
“Ne sordun ona?”
“Sivrisinekleri sordum. O tahtakurularını anlatıyordu çocuklara. Ben de yalakta lastik ayakkabımı yüzdürüyordum. ‘Adını yanlış diyorlar onların,’ dedi. ‘Tahtakurusuymuş! Kitap kurdu kitapları kemirir, meyva kurdu da meyvaları. Onlar da böyle şu kadarcık kurtlardır. Benim yatağımla masamı kemirirler. E o zaman? Tahta kurdudur onların adı, kurusu değil.’ Neden kanımızı emiyorlar bu sinekler, dedim? ‘Bir düşün bakalım?’ dedi. Düşündüm. Sonra da, onlar da bizim su içtiğimiz gibi kan içiyorlardır belki, dedim. Çok kızdı bana. Üstüme yürüyüp, ‘Olmaz öyle şey!’ diye bağırdı. ‘Bir kere, kan emmez onlar. Öyle olsaydı soktukları yer çukur olurdu. Ama tümsek oluyor. E o zaman? Kan dolduruyorlar soktukları yere.’ Ben itiraz edince daha da kızdı. ‘Hay senin öğretmenini...’ dedi. Çocuklar da kızdırmaya başlayınca aşağı kahveye kadar koşturdu beni.”
Yatağının başındaki masada Hatice Hanım’ın sinisi duruyordu. Her tarafını küçük karıncalar sarmıştı. Siniyi ellemedi muhtar. Masanın üstünden pencereye uzandı, macunları dökülmüş tahta kanatları açtı. Odaya dolan esintiyle birlikte camın içindeki her şey içeri savruldu; ölü eşekarıları, karasinekler, dertop olmuş örümcekler, karınca ölüleri. Ve hepsiyle birlikte odaya dağılan bir toz bulutu.
Çeşme başında olmadığı zamanlarda muhakkak kahvede olurdu. Daha çok yaşlıların gittiği kahveye giderdi. Gün boyu, kimse kendisiyle uğraşmadığı sürece, ağzından tek laf çıkmazdı. Ama eğlence arayan ihtiyarlardan biri yanına gelip de ağzını açar açmaz, hemen anlatmaya başlardı:
“Ya Kamil, böcekler varmış senin hamamda. Muhtar görmüş geçen gün. Geceleri senin odada cirit atıyorlarmış, gündüzleri de hamamda. Neydi o böceklerin adı?”
“Hamamböceği.”
“Ha yaşa!”
“Bir kere benim odada bulunmaz onlardan. Hele hamamda hiç bulunmaz. Yanlışı var muhtarın.”
“E gözüyle görmüş adam!”
“Faredir onlar. Geceleri ben de duyarım seslerini. Hamamdan çıkıp benim odanın kapısına dayanırlar...”
Bıkmadan anlatırdı. Eğer karşısındaki ihtiyarın sıkılmadığını anlarsa iyice şevke gelirdi.
“Dişisine de karafatma denir onların. Ama ben hamamda hiç görmedim. Kim uydurmuşsa hamamböceği diye.”
“Erkeğine ne derler o zaman?”
“Bir düşün bakalım?” derdi. Ardından sanki karşısındakine değil de kendine sormuş gibi bir süre düşünürdü. Eğer verecek bir cevap bulursa kurnazca gülümser, bulamazsa orada değilmiş gibi, hiç orada olmamış gibi uzunca susardı.
“Sana dedim Kamil. Bulamadım ben.”
“Hasan Amca gitme üstüne, bak dellenecek şimdi.”
“Dellenir miymiş yahu yaşlı başlı adam!”
Cevap vermesi için ısrar edildikçe sinirlenmeye başlardı.
“Duymuyor musun Kâmil?”
“ …”
Bütün ısrarlara rağmen hâlâ bir cevap veremiyorsa kahvedekiler için eğlence başlıyor demekti. O dakikadan sonra öfkesi kimseyi ayırmazdı. Önüne gelene saldırır, kahvede kim varsa genç yaşlı demeden hepsine küfürler savururdu:
“Vay gidinin deyyusu! Anana sor erkeğini anana!” “Vay Kör Zeki’nin çıkartması! Bir de piç kurusu vardır, onu da şimdi anlatacağım ben sana!” “Vay Hacı Ağa’nın beslemesi! Eşekarılarınınki eşeği bile anırtır da namı ondan öyle yürümüştür!”
Kahveden koşarak kaçtığında geride devrilmiş sandalyeler, ona buna atılmış okey taşları ve saldırdıklarının yerlere düşen kasketleri kalırdı. Bir de bir süre daha devam eden keyifli gülüşmeler. Sonraki günler, herkes yaptığından pişman olurdu.
Pencereyi açtıktan sonra odadaki tek sandalyeye oturdu muhtar. Ölünün yüzünü açmayı düşündü, cesaret edemedi. Sonra bir suçluluk hissetti içinde. Herkes gibi o da pişmandı. Sanki onunla eğlenmeseler, Kamil Dayı da ölmeyecekti. Üç dört gündür etrafta göremeyince, yine birileri dalga geçti diye düşünmüştü. Böyle zamanlarda kahveden kaçtığı gibi odasına kapanır, günlerce dışarı çıkmazdı. Bazen de sokak aralarında alırdı soluğu. Geceli gündüzlü durmadan dolanırdı; dilinde o çok sevdiği haşarat takımı, taş avlularda yankılanan küfürlerle kendi kendine kavga etmekten yorulana kadar.
Az sonra öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Ölünün ardından kendi ölümünü düşleyen muhtar, sandalyeden kalktı. Odadan çıkarken hamamın göbek taşı takıldı gözüne. Küçükken annesiyle birlikte buraya gelişlerini hatırladı. Bir de merakı yüzünden kafasına yediği maşrapaları. Şimdi köyün öteberisi yığılıydı bu taşın üstünde. Etraf harap olmuştu. Kubbeli tavanın nasıl olup da çökmediğine şaştı muhtar. Ardından toza ve kokuya daha fazla dayanamadı, dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz da namaza giden cemaatle karşılaştı kapının önünde. İçlerinden birkaçı Kamil Dayı’yı sordu, o da “Sizlere ömür!” dedi yazıklayan bir sesle.
Cenazede muhtar da herkes kadar üzgündü. Merhumu o da iyi bilirdi. O da hakkını helal etti. Ve o da, herkes gibi, ölünün üstüne birkaç kürek toprak attı. Ama herkesin öleni daha cenazesi kalkmadan unuttuğu bir sırada onun aklı küçük bir solucanla meşguldü; küreğinin ucunda ilk gördüğünde dehşetle durakladığı ve bir türlü Kamil Dayı’nın üstüne atamadığı bir solucanla…
Yeni yorum gönder