Onu öldürdüler. Ben gördüm! Her şey bir sabah vakti başladı. Ama neden?
Adı tam olarak neydi? Nasıl da unuttum. Yine de aklımın bir köşesinde bazı imler, simgeler; harfler ve sözcükler duruyor. Onları birleştirmeye çalışıyorum belleğimi zorlayarak, bir rüya görmüşüm de unutmuşum sanki, uyanınca onları anımsayıp birleştirmeye çalışıyormuşum gibi duygular içindeyim.
Buldum: Jasel? Adı... Olabilir mi böyle bir ad? Ya soyadı? Hayen! Ah, evet soyadı da böyleydi galiba. Neden olmasın, madem ad denilen şey bir simgeyse, bu harfler bir simge oluşturmaz mıydı? Üstelik gördüm ben o adı küçük bir defterin arasında. Yazılıydı. Okudum... Gözlerimle.
Hayır, defter değil de bir kitaptı sanki. Minicik bir şey. O kitapçığın, aslında kalıncaydı, ama o kadar küçücüktü ki, hani kitapçılarda görülen İncil gibi, kırmızı kapaklı, ama hiç de kutsal bir kitaba benzemiyordu. Küçücük olunca, birden kitapçık deyiverdim. Risale! Yok, hayır böyle bir çağrışım da yapmadı bende. Kitapçık da deyince insanın aklına nedense broşür gibi bir şey geliyor. Ne demekse, kimdi, ünlü bir adam, siyasetçi miydi, ‘buruşur’ diyormuş galiba böyle kitapçıklara. İlginç, öylesi daha doğru sanki. Doğru ama, buruşturulup cepte taşınabiliyor çünkü. Küçücük, ama kalın bir şey olduğundan eminim. Demek ki, o anlamda kitapçık değildi. Küçültme olarak “-cik” diyorum. İlk sayfasına karalanmıştı o ad. Sanki bir şifreydi adın oraya yazılmış olması.
Her şey bir anda olup bittikten sonra, kırılan camları süpürürken, devrilen sandalyeleri düzelttiğimde, masanın ayakları arasında gördüm. Örtü yana eğilince, sanki örtüvermişti. Orada öylece duruyordu kitap-çık.
Yoksa Jassel Haien miydi? Böyle miydi tam olarak, belki de Jassel Hayyen’di. Okudum, ama yazılışını unuttum şimdi. Nasıl bir addı bu, nasıl bir kimlikti? Yalnızca bir ad, bir soyadı, ama gizemli bir simgeydi işte. Hangi etnik kökeni çağrıştırıyordu bana? Bir Yahudi adını anımsatıyor. Yahudi denir mi? Musevi mi demeliyim? Belki de İbrani demem gerekiyor. İsrailli! Doğrusu bu mu? Uf, doğrusu hangisi bilemiyorum. Ah, evet, Josef gibi, Yusuf yani. Çift “s” ile mi yazılıyordu bu Josef? Nerden bileyim şimdi, ona mı takacağım bir de? Bizim Yusuf dediğimiz basbayağı Josef’ten gelmiyor mu? Belki aslında Josef, Yusuf’tan olmadır! Sözcük olarak yani.
Çağrışıma bak şimdi: Salomon. Çocukluğumun Nasreddin Hoca fıkraları gibi. Süleyman mı demekti o da? Salamon muydu yoksa yazılışı? Ne bileyim, çocuktum, babamın bir sandık dolusu kitabı arasında bazen açar okurdum. Unutmuşum. Pek komik de gelmezdi bana sanki o fıkralar. Belki de gülemiyordum. Salomon fıkraları: Sonradan unutuldu gitti o tür fıkralar. Bir onlar, bir de Bektaşi fıkraları, ne çok anlatılırdı biz küçükken. Yerini Laz Fıkraları aldı sonradan. Başka etnik toplulukların da böyle fıkraları vardır, kim bilir? Hiç Kürt ya da Arap fıkrası duymamış gibiyim ya da Arnavut, Çerkez, Ermeni, Gürcü, Rum. Vardır, olmaz mı, ben bilmiyorum demek ki.
Yusuf derken nasıl da Kenan geliyor aklıma. Ne ilgisi varsa. Yok mudur? İkisi kopmaz bir bütünü oluşturuyor: Yusuf ve Kenan. Bilinçaltı dedikleri şey böyle bir çağrışımla mı çalışıyor? Yusuf Kenan. Kimin adı bu? Böyle bir adamı tanıyor muyum ben? Bilmem, vardır belki bir yerlerde, bir amca, baba, dayı olarak. Sakallı, yaşlı bir dede belki de. Unutmuşum. Hem hangi zamandaydı kim bilir? Sanki bir uzak zamanda, Aydın Reji İdaresi Müdürü’nün Rüştiye’ye giden çocuğu bu adı taşıyordu! Kim bilir, kurcalansa belki de gerçekten öyle birisi vardır, yaşamıştır yeryüzünde. Ben hangi zamandayım peki? Şimdi yani.
Kenan Elleri neresiydi? Yusuf orada mı kuyuya atılmıştı? Babasından habersiz. Ne söylencedir ama. Bayılırım. Yusuf ile Züleyha, bu olayı mı anlatırdı? Zeliha mıydı yoksa? Yok, o İbrahim’le ilgiliydi. Nemrut’un kızı. Zeliha. İbrahim’i ateşten korumak için gözyaşları suya dönüşen kız! Aşk bu olmalı... Dinler, inançlar ötesi bir duygu bağı! Aşkın dini yok, bu kesin. Boşuna mı ‘Ayn-Zelha’ demişler o göle? “Zeliha’nın Gözyaşları” Gölü. Böyle denir mi? Balıklı Göl deyip çıkmışlar işin kolayı için.
Güzel, hatta yakışıklı biriymiş Yusuf. Koskoca peygambere arkadaşımmış gibi Yusuf diyorum, ne garip. Ama hep öyle deniyor, alışkanlık işte. Süleyman’a böyle demeyiz de Yusuf olunca bizden biri sanki, yakın, ondan belki de. Süleyman ‘hazret’siz söylenmez pek. İbrahim de. O Hazreti Süleyman’dır çünkü. Yoksa o Mısır Kraliçesi neden vurulsundu Yusuf’a? Nasıl da unutuyorum, az önce Züleyha demiştim oysa. Belkıs değildi değil mi? Yanlıyor muyum? Yok, o başka. O Saba Melikesi miydi? Melike neydi? Melek değildi ama, ece gibi bir şey, kraliçe olmalı. Saba neresiydi? Yemen mi? Saba Melikesi Belkıs Süleyman’a mı sevdalıydı? Ne garip, nereden nereye? Sodom ve Gomore neydi peki? Bir kent mi? Kentler mi? Hani şu “günah”tan battığı söylenen kentler! Atlantis gibi. Sahi Atlantis neden batmıştı? Yok olan kentler, ülkeler ve anakaralar. Bir ülke mi yoksa? İki kent olmalı. Yanmışlar mı, kül mü olmuşlar, yıkılıp yerle bir mi olmuşlardı? Aklım karıştı yine, nereden bileyim şimdi, kim kimdir, hangisi hangisinin sevgilisidir? Bir yanda yalvaçlar, öte yanda eceler, kentler, yanıp kül olmuş ülkeler, batmış anakaralar... Ah, bir de Pompei vardı!
Filistin toprakları mıydı Kenan Elleri? Başa döndüm işte. Yusuf Kenan denmesi bundan mıydı o peygambere? Hazreti Yusuf’un ne acıklı öykülerini dinlerdik büyüklerimizden. Büyükler biraz da dinsel olduğu için “menkıbe” derlerdi. Enbiya... Kısası Enbiya, öyle bir kitabı da mı vardı babamın? Bizim için bir masal güzelliğindeydi her şey. O yanını severdik en çok. Âdem babamız bin yıl yaşamıştı galiba. Ben yine de en çok Nuh Tufanı’nı sevmiştim. Sonra filmlerini görmüştük. Üstelik hep de Yusuf Sezgin oynamıştı sanki. Herhalde yakışıklı olduğu belli olsun diyeydi o seçim. Yani, Allah için Yusuf Sezgin de güzel adamdı. Ben çocuktum. Kaç kadın gençliğinde Selma Güneri’yi kıskanmıştır kim bilir? Mekân da Urfa olurdu. Harran, çöl gibi. Nice söylencenin anayurdu Mezopotamya.
Şimdi o adını, bir de fotoğrafını gördüğüm çocuğun bana anımsattıklarına bak! Jassel’den Josef’e varmak... Aman Tanrım, bir de gençliğimizin bıyık modası gibi Josef Stalin vardı değil mi? Kimse o J. ile uğraşmazdı, hep Stalin’di o. “Devrimci” büyüğümüz, bir ağabey! Amca... Josef Amca. Josef Stalin Amca!.. ‘Bıyıklı’. Yoldaş. Evet, “Yoldaş Stalin”di o! Ne çok soru var kara, karanlık insanlığın geçmişinde. Bu da onlardan biri mi olacak yoksa? Jassel Hayyen’in kimliği yani.
Jassel Hayyen’i gördüm mü ben? Birdenbire yirmi yıl önceki bir fotoğraf gibi, küçük, minicik bir kitabın sayfaları arasından çıkıp gelen bir erkek çocuğun resmi. Siyah beyaz. On yedi yaşında, bıyıkları yeni terlemiş, sakalı da vardı, birkaç günlük. İyi de bugünden yirmi yıl öncesine gittiğimde, olsa olsa 1980’lerin başına giderim. O tarihte İsrail’de ne olmuştu? Bilmiyorum, ne yazık, hiç anımsamıyorum. Bellek, yaşadıklarımız ne denli önemli olursa olsun, silip gidiyor bazen. Kendince ayıklıyor, tuttuğunu kaydedip saklarken, kimini de salıveriyor boşluğa. Kara kutuda bir yitik oluyor onlar. Yastık altı, sandık dibi, yok bilinçti, değil mi, bilinçaltı. Belleğin gizi, gizemi orda saklı kalıyor sonra. Bunun için mi yazısı olmayanın belleği yoktur derler? Oradan yirmi yıl daha geriye gitsem, 1960’ların başında, daha ben ilkokula bile başlamamışken, neler olmuştu o tarihlerde? Ne garip, her iki geri dönüşte de bir darbeye rastlıyorum. Birincisini anımsamasam da duyduğumuz hep bir ‘ihtilal’ olmuştu. Başbakan ve bakanlar asılmıştı. Sonraki ise darbeydi! Oysa oradan da geriye gidilse, yirmi yıl daha öncesine, İsrail var mıydı o zaman? Ama bu çocuk, bir kitabın sayfaları arasından çıkıp gelirken İsrail’deydi. Üstelik, yanında üç genç daha vardı, onları da çok iyi anımsıyorum. Biri Arjantinli, öteki de Şilili’ydi. Dördüncü kimdi, nereden gelmişti, hangi ülkedendi? Meksikalı mıydı? Türkiye miydi onun ülkesi? Hiç bilemeyeceğim.
Benim ne işim vardı İsrail’de? Ah, nasıl da anımsadım! İsrail’in Hayfa kentinde bir dükkânımız vardı. Kafe gibi bir yer daha doğrusu. Hayfa denince de aklıma portakal geliyor, ne ilgisi varsa. Yassıca, kalın kabuklu, susuz mu olurdu onlar? Allah kahretsin o Yafa değil miydi? Aynı şey mi, nerden bileceğim? Kocam, ben ve bir de kadın ortağımız vardı. Hangi yirmi yıl öncesiyse artık bu zaman, onu anımsamıyorum ne yazık ki. Ama o çocukların güvenlik görevlilerince götürülüşünü, kafeden çıkarılıp sürüklendiklerini gördüm. O kadın da gördü, ortağımız. Ansızın, daha sabah kahvelerini içemeden çocuklar, baskına uğramıştı. Dükkânı yeni açmıştık zaten, ilk müşterilerimiz olmuşlardı o gün. Polis miydi o çocukları kafeden çıkaran, masaları devirerek, ellerindeki kitapları ve kahve fincanlarını yerlere atıp kırarak? Yoksa iktidar yanlısı faşist bir örgütün üyeleri miydi orayı basanlar? Milis gibi bir şey. Çete. SS’ler gibi. Niye öyle sert davranmışlardı o çocuklara? Anlamadığım bir dilden konuşuyorlardı. İbranice bile olsa ya da Arapça, birinden birini bilmem gerekmez miydi orada bir işyerimiz olduğuna göre? Anlayamadım, belki de Latince ya da İspanyolca kökenli bir dildi. Belki de Finike dili, Asurca, Aramice... Hırpalamışlardı çocukları, ne demek, dövmüşlerdi, kafalarını masaya vurarak, saçları uzundu üçünün de, arkadan bağlamışlardı at kuyruğu, bir şeyler yazıp duruyorlardı sanki. Üçü de sessiz, sakin, kendi aralarında konuşurken olmuştu tüm bunlar. Dilimiz tutuldu sanki o anda. Ne ben ne de ortağımız olan kadın çıt çıkardık. Kocam neredeydi? Birden tezgâhın altına çekilmişim silahları görünce o güvenlik görevlisinden çok özel milisleri andıran sert bakışlı, iri yarı adamları görünce. Korktum herhalde. Cam şangırtılarını duyunca ellerimle başımı korumaya çalışmış, kulaklarımı tıkamıştım. Sessizlikte açtım kulaklarımı, sonra ayağa kalktım. Camlar paramparçaydı. Masalar yerlere saçılmıştı.
Gördüklerim, yaşananlar gerçek değil miydi yoksa? Bütün bu olanlar, yaşananlar, kafamda kurduğum bir yanılsama mı? Düş, olabilir mi? Hayra yormalı yine de. Onu da bilmiyorum, ama ben gördüm o çocukları. Kocam da... Gördüğünü söyledi sonradan, o çocukların gelip oturduğunu anımsıyor yani. Ortağımız, adını unuttuğum o kadın da. Ne garip ortağım olan kadının adını unutmak! Zamanı yitirince, kadının adı da yok oldu belleğimde. Kahvelerini ben vermiştim zaten. Masanın altına düşmüş küçücük kitabın ilk sayfasını, önlüğüne ellerini silerek açan o kadın görmüştü ilk kez. Tezgâhın arkasından ben de geldim, kocam da içerden çıkarak koşup gelmişti gürültülere. Önce kapının kırık camlarına bakmış, sonra üçümüz birlikte kitabın ilk sayfasında yazılı ada bakmıştık. Ortağımız olan kadın:
“Bu nece?” demişti.
Önce “ece” diye algıladım sözcüğü. Şaşırmıştım. Tam da öyle deyinceydi galiba. O çocuk, İbrani olan, sanki son anda bilerek kendi el yazısıyla adını karalamıştı oraya: Jassel Hayyen. Latin harfleriyle karalamıştı. Harfleri kız yazısı gibi, düzenli ve dik. Güzelce bir yazı. Bakınca içi açılıyor insanın. Sonra birden kana dönüşüyor o görüntüler. Mavi mürekkep kızılca kan rengine bürünüyor o minik kitabın ilk sayfasında. Ben bütün bunları o kanlı sayfaların arasında okuyup da gözümün önünde canlandırıyormuşum gibi oluyor.
Kocamdı galiba, o küçücük kitabın arasında bir not olduğunu görmüştü. O kadın, ortağımız da görmüştü. Dörde, yok, sekize katlanmış o pusulada nelerin yazılı olduğunu söylememişlerdi bana. Belki de açıp okudum ben onu, ama bana söylenmedi nelerin yazılı olduğu. Oysa belki de o notta yazılıydı kimin, kimlerin o çocukları niçin götürüp öldürdüğü. Tarih yine o kara, karanlık sayfalarında bu ölümleri gizlerken, hayat bunca tanıklarıyla, belgeselcilik arasında karanlık bir deliğe dönüşüyordu yeniden.
Jassel Hayyen’i kim öldürmüştü ve neden? Tarih yine kara ve karanlıktı. Kötü ve iğrençti. Şilili ve Arjantinli çocuklarla, kimliğini bilmediğim öteki çocuğun adları yoktu. Yalnızca Jassel Hayyen yazabilmişti demek o çocuk. O yüzden ötekilerin adları değil de hep Jassel kaldı aklımda.
Uzak bir yeri mi aramıştı telefonla kocam? Niye anımsamıyorum ki? Konuştuğu Arjantinli çocuğun annesi miydi? Telefondan yalnızca hıçkırıklarını duyuyordum o kadın sesinin. İyi de ne zaman öğrendi kocam onların dilini? Nasıl konuştu ardından Şilili çocuğun annesiyle? Nereden biliyordu onların dilini? Yoksa İngilizce gibi bir dille mi konuştu? Karşı taraftan gelen ağlamaklı sesleri duydum da, neden kocamın hangi dilde neler anlattığını kaçırdım? Bellek, kendince bir önemseme sırası kurup onları mı seçti? Yoksa bir anne olduğum için mi yalnızca o sesleri, hıçkırıkları duyabildim? Anne... Anneler. O zaman çocuklarım nerede, ne oldu çocuklarıma? Neden ne olduklarını, nerede olduklarını, yitik mi, ölü mü olduklarını anımsayamıyorum şimdi? Neden hep anneleri çıkıyordu telefona o çocukların da? Ne olmuştu erkeklere? Babaları yok muydu bu çocukların? Yoksa... yoksa... erkekler toplanmıştı da yalnızca kadınlar mı kalmıştı? Neden, ne olmuştu, kaç ülkede birden? Ağlasınlar diye mi anneler? Yitik arasınlar diye mi? Ben niye bütün bunları bilmiyorum? Neden bir türlü bana söylemiyor kocamla ortağım olan kadın? O pusulayı niye bana vermediler?
Sorulardan boğulacak gibi oluyorum ama aklımda hep aynı soru: Jassel Hayyen’i kim öldürdü? Katilleri kimdi? Bu bir rüyaysa artık uyansam diyorum. Ama gerçek mi, rüya mı karıştırıyorum. Sanki rüyamda uyanmak istiyorum.
Yatağımdayım, soluğum tükenmek üzere, ter içindeyim. Bakıyorum, kocam yanımda uyuyor. Yaşadıklarımı, bir karabasan gibi yeniden yaşıyorum.
Her şey bir sabah vakti başlamıştı. Öldürüldüler, ben gördüm. Nedenini bilmiyorum.
Her şeyden önemlisi Jassel Hayyen kimdi? Artık dükkânı kapatıp yeniden ülkemize dönmekten çok bunu düşünüyordum. En çok merak ettiğim konu bu olmuştu çünkü. Kocam, sıcak bir öğle sonu sapsarı bir yüzle, ama gülümseyerek kafeye girince öğrenecektim durumu:
“O, Filistin halkını savunan İsrail yurttaşı ve barışçı bir yeryüzü devrimcisiydi. Öteki çocuklar da öyle. Biz de yeryüzlü olduğumuza göre kalıyoruz burada. Yeniden başlamak için. Bizim yurdumuz bütün yeryüzü değil midir?”
Tanrım, bunu hiç düşünmemiştim. Evet, artık hepimiz yeryüzlüyüz ve kalıyoruz.
Yeni yorum gönder