Yarımada boyunca arabayla o koydan öbürüne dolaşıp manzarayı seyreder, fotoğraf çekerken kayboldum. İnce asfalt yollardan geçtim, bir oraya saptım, bir buraya, ana yolu tekrar bulamadım. Zaman aktı, öğle geçti, gün inmeye başladı. Yol sorayım diye bakındıysam da ne bir restoran gördüm, ne benzin istasyonu. Karşıma toprak bir yol çıkınca, ucunda bir köy ya da kasaba vardır, dedim kendime. Her yol insan olan bir yere varır. Birkaç kilometre sonra büyükçe bir zeytin ağacının altında şose bitince arabadan indim. İnce bir patika tepeye tırmanıyordu, ben de oradan yürüdüm. Akşam bir arkadaşımla buluşacaktım, zamanım azdı.
Tümseği aşınca iki yanında cumbalı evler dizili parke taşlı bir yol belirdi. Evlerin ardında, uzakta, dalgaların köpükleri çizgi çizgi sahile vuruyordu. Açıklar koyu renkti, derindi buranın denizi, azgındı.
Kapıların birinden yüzü güneşten esmere çalan bir adam çıktı. “Hoş gelmişsin, Rafet ağabey,” dedi. Ben de, “Merhaba,” dedim, selamını almış olmak için. Biriyle karıştırmıştı herhalde. Şehre giden yolu sordum, “Ben bilmem Rafet ağabey,” dedi, “sen limana in, en iyi oradakiler bilir senin yolunu.” Güldü. “Ben hiç çıkmam ki bu kasabadan, şehrin yolunu bileyim.”
“Peki,” dedim, “sağ ol.”
“Sen sağ ol, Rafet ağabey.” Güldü tekrar.
Sağımda bir sokak açılınca, baktım ki yokuş aşağı denize iniyor. Şuradan sapayım, dedim. Saat üçü geçiyordu. Acele etsem, diye düşündüm, akşam olmadan.
Dükkânının önünde oturmuş gazete okuyan bir manav beni gördü:
“Akşam şeriflerin hayırlı olsun Rafet ağabey.”
“Cümlemizin,” dedim düşünmeden. Yürüyüp geçecektim ama yanıma geldi, önlüğünden bir deste para çıkardı:
“Buyur Rafet ağabey.”
“Ne bu?” diye sordum.
“Borcumuz ağabey,” dedi.
“Yok,” dedim, “almam.”
“Almam olur mu Rafet ağabey,” dedi manav ısrarla. “Senin yaptığının yanında az bile bu kadarı.” Zorla cebime tıkıştırdı parayı. “Almazsan olur mu?”
Neyse, diye düşündüm, şimdi tanımadığım adamla, bilmediğim yerde, sokak ortasında, tartışma çıkmasın. Yanlışlık anlaşılınca, dönüşte geri veririm. Saatime baktım, adımlarımı hızlandırdım, ama çok yürüyemeden, “Şşt,” diye bir ses geldi. Kafamı çevirdim.
“Şşşt, Rafet,” dedi bir kadın tekrar. Yandaki evin penceresinden başını uzatmıştı. Siyah saçlı, iri siyah gözleriyle güzel bir kadındı. “Ne bu acelen Rafet?”
“Bir arkadaşımla buluşacağım,” dedim, “yol sormaya geldim.”
“Ayol, ne acelesi var şimdi arkadaşının.” Elini siyah saçlarına attı. “Gelsene.”
Pencereyi kapadı, yok oldu; zemine inip kapıyı açtığında boyunu gördüm, kırmızı elbisesini, beyaz bacaklarını. “Gelsene,” dedi tekrar. Yürüdüm, girdim.
Çıktığımda akşamın gölgesi vurmaya başlamıştı. Acele edeyim, diye düşündüm, hava karardıktan sonra yol bulmak zor olur.
Birkaç sokak inince çocuklar sardı etrafımı. “Böyle gel Rafet Bey amca,” diye önüme düştüler, yol gösterdiler. Sahile vardığımda saat yediye yaklaşıyordu. Bir adam geldi yanıma. “Rafet ağabey,” dedi.
“Efendim?” dedim. Alışmıştım bir kere.
“Ağabey, gel bir şeyler ye. Akşam oldu.” Belinde beyaz bir önlük bağlıydı.
“Sağ ol,” dedim, “işim var.”
“Ağabey, boş ver işi. Levrek var, taze. Bir de küçük açarım yanına.”
Soracak bir yer bakındım çevrede, ama ne bir karakol gördüm, ne bir resmi bina. Karnım da acıkmıştı.
“Gel Rafet ağabey,” dedi garson tekrar. Önümden yürüdü, sahildeki restoranın bir masasına oturttu beni. “Senin sevdiğin gibi,” dedi, “yarısını kızartma yaptırırım, yarısını buğulama.”
Belki, diye düşündüm, yemek yerken biri gelir; polis, jandarma, görevli biri geçer de yol sorarım. Bu garson bilmez şimdi. Masayı donattı bir çırpıda. Küçük bir sürahide rakı ile buz, yeşil salata, beyaz peynir, barbunya pilaki getirdi.
Yanımdan insanlar yürüdü ben yemek yerken. Selam verdiler, afiyet olsun, dediler. Bazıları masama kadar gelip elimi sıktı. “Çok minnettarız, Rafet Bey evladım,” dedi yaşlıca bir adam. Çok sevilen biriydi herhalde bu Rafet. Baştan söyleyememiştim Rafet olmadığımı, beni karıştırdıklarını, o anda da söyleyemedim.
Yemeğim bitti, sürahinin dibi göründü, ama hâlâ kime yol sorabileceğimi bilemiyordum. Cebimdeki desteden iki banknot sıyırdım, masaya bıraktım.
“Sağ ol, Rafet ağabey,” dedi garson. “Gerek yoktu, ama sağ ol, yine de.” Sonra, “Gel, şöyle rahat koltuğa otur ağabey,” dedi, “sana bir kahve getireyim.”
Kahveyi beklerken koltukta uyumuş kalmışım, uyandığımda çoktan gece olmuştu. Yanımda garson belirdi tekrar:
“Rafet ağabey,” dedi, “kalk haydi, vakit geldi.” Yüzü yine gülüyordu; o sebepten belki ilk başta bir şeyden şüphelenmedim.
“Ne vakti?” diye sordum.
“Gel ağabey,” dedi, kolumdan tuttu.
Kızdım. ”Nereye çekiştiriyorsun beni?”
“Ağabey, gel,” dedi tekrar. Yüzü gerildi, gülüşü saklandı.
“Gelmiyorum,” dedim. “Hem benim adım Rafet değil. Sen beni biriyle karıştırıyorsun.”
Gündüz gördüğüm manav ortaya çıktı. “Rafet ağabey,” dedi, “zorluk çıkarma.” Öbür koluma yapıştı.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Bakın,” dedim, “ben Rafet değilim, bir yanlış anlaşılma oldu.” Güldüm. “Size söylemek istedim daha önce, ama fırsat bulamadım.” Kendimi kurtarmaya çalıştım, ama iki adam iki kolumdan sımsıkı tutmuştu.
“Rafet,” dedi esmer kadın uzaktan. Yürüdü, karşıma geldi. Kırmızı elbisesinin cebinden çıkardığı bir mendille gözlerini sildi. “Elveda Rafet,” dedi. “Seni hiç unutmayacağım.”
“Ne yapıyorsunuz?” diye tekrar silkindim, “ben Rafet değilim.” Ama manav karnıma öyle bir yumruk attı ki dünyam karardı.
Kendime geldiğimde sahildeki bir ağaca bağlıydım. Kafamı sağa, sola oynatabildiysem de biraz, kimseyi göremedim. İplerin sıkılığından vücudumdaki kan dolaşımı durmuştu sanki; kollarımı, bacaklarımı hissedemiyordum. Bağırdım; ne sesimi duyan, ne çözmeye gelen oldu. Sonra denizden bir homurtu geldi. Dalgaların şıpırtısı arttı. Karanlık suda bir gölge belirdi, yaklaştıkça irileşti, büyüdü, büyüdü. Kurtulmaya çalıştım, ama ipler o kadar sıkı bağlıydı ki. Aynı homurtuyu tekrar, çok daha şiddetli olarak duydum. En son duyduğum ses o oldu.
Yeni yorum gönder