Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Öykü

Öykü

Lokma



Toplam oy: 715

Karanlık gizleri ayaklandırmak değildi niyetim. Mankafa Hayri’yi doğramak gerekti, doğradım.

 

Et tek sıra halinde dizilmişti midemden gırtlağıma dek. Bir lokma yiyecek halim kalmamıştı. Yer açmak için kusmalıydım. Şöyle bir kımıldar gibi olmamla oturduğum yere göz dikenler fırlayıp bittiler önümde. 

 

 “Ağır olun,” dedim. “Kalkan yok.”

 

 Ha şöyle. Dört tarafı çakallarla çevriliyken insan nasıl keyif alır yiyip içtiğinden. Avcı’ya bunu söyleyecektim. Ulan, diyecektim, anladık canavarın en irisini vurdun, donattın sofrayı da, bu ne yer darlığı? Kentin meydanı mı yetmiyor, indir buldozeri devirsin ağaçları da otursun kıçıkırıklar. İnsanın altındakine dikmesin gözü. 

 

Kalkamadığıma göre yiyor görünmeliydim. Sofrada kalan son kemiğe uzattım elimi. Aynı anda karşımdaki zibidi de davranmış. Tepsinin üstünde çarpıştı ellerimiz. Hedefi şaşırmış şahin gibi geri gitti elim, toparlandı hemen. Gülle gibi çöktü sıyrık kemiğin üstüne. Karşımdaki öbür ucunu yakalayabilmiş nasılsa. Bir iki çektim, o da çekti. Ne ben bırakacak gibiyim ne o vazgeçecek gibi. Bir o önüne alıyor kemiği bir ben. Lanetin yağlı tarafı bana düşmüş, elimin altından kayıp duruyor. Kemiğin kırığından parmağımı geçirsem elim güçlenecek. Boşta kalan başparmağım habire aranıyor. Baktım onunki de titreşiyor boşlukta. Bir hamle de parmağına saldırıp tırnağımı etine geçirdim. Derisi meşinmiş mübareğin. Yıllardır kesmediğim bu tırnak yumuşak ellinin birine girse jilet gibi yarıp atar. Bununkinden incecik bir kan yürüdü öbür parmaklarının kıvrımında kayboldu. Elimin gücü yetmeyince gözümü devirip gözüne baktım. Bakıştan anlayan değilse kükreyecektim. O da olmadı, en son belimdeki sustalıya sarılacaktım muhakkak. Bakmam yetti. Elinin gevşemesiyle kemiği sıkıca kavradım. Yıkılıp gitti karşımdan. Ha şöyle. Elini eremeyeceği boka uzatmayacaksın.

 

Kemiği arkamdaki karanlık boşluğa doğru fırlattım. Orada da itişip kakışanlar oldu. 

 

Yerimden kalkmamla taburemi altımdan çekiverdiler. Ben de ortaya doğru yürümeye başladım. Tepinenler yerin bütün kumunu toprağını havalandırmıştı. İpe dizili ampuller isterse bin vat olsun, tozun içinde ölü gözü kadar parlardı ancak. Oyuncu halkalar kopup kopup birleşiyordu yeniden. Yüzlerine kan basmıştı hepsinin, terden yıkanmış bedenlerine giysileri yapışmıştı. Erkekler tiril gömleklerini atmışlardı çoktan. Kadınlarınki çıkarıp atmaktan beter olmuştu. Yapıştığı yeri olduğu gibi dışarı vermişti. Halay dönerken bir ikisinin elime koluma değmesiyle ben de yerimde duramaz oldum. Kesin Halime’yi kaldırıp atmak gerekecekti şimdi. Ortada dönenlerin içinde miydi acaba, oturup zıkkımlanıyor muydu yoksa? Aramaya koyuldum. 

 

Masalardan beni tanıyanların çağırıları duyuluyordu. Oynayanlara yöneldim. Bu Halime biraz oynak bir şeydi ya kesin yerinde oturmuyordur, dedim kendime. En az onun kadar oynağın içinde onu bulmanın zorluğu da geçti aklımdan. Canım sıkıldı. Hepsine tek tek göz attıkça başımın döneceği de vardı üstelik. “Ulan Halime, kıçını kakıp oturuyorsan, boşuna kendini burada aratıyorsun bana. Seni bulunca bunun da hesabını sorarım,” diye yazdım aklıma.

 

Görmem kolay olsun diye ortaya gireyim dedim. Onlar benim de oynayacağımı sanıp kolumdan tutup döndürmeye kalktı. Görülmüş şey değildi oynadığım. Ne ki hepsi deliydi bunların.

 

Ben bu dünyada hiçbir şeyden korkmam, Avcı bilir. O bir canavarın karşısına çıktıysa ben beşini indiririm. İndirmemiş olduğumu kim söyleyebilir? Ne dağda korkarım ne düzde. Belim sağlam olduktan sonra. Gel de bu zırzır takımına anlat bunları. Bağırsam sesim duyulmayacaktı. Çift yönlü davulların, dökme pirinç zillerin, çalparaların, gırnatanın sesleri dağın doruğunu zonklatıyordu. Gözümü devirsem beni görecek halleri mi vardı? Ağızlarından akan salyalarla saçları gözlerine yapışmıştı. Elimi kurtarabilsem belime atardım belki, ama o bile bunların aymazlığıyla çaptan düşüveriyordu.

 

Böyle düşünerek dokuz on tur da ben attım. Bir yandan da aranıyordum. Nasıl olduysa sağımdaki levreğin kolu gevşedi kolumdan. Solumdakini de silkeleyip kurtardım kendimi.

 

Halime oynayanlar içinde yoktu. Masaların birindeydi o halde. Öyleyse işim kolaydı. Ya sıra bekleşen çakalların arasındaysa. Onu oradan çekip almak da olanaksız olacaktı. Tulumbayı doldurmadan atar mıydı kendini Halime?

 

Masalardakiler oynayanlardan da çılgın görünüyordu. Kimi iri bir parçayı dişinden sökmeye çalışıyordu. Kiminin daha sabah olmadan kolları ete şaraba uzanmaktan sarkmıştı.Kimi etin pişmesini bekleyemeden yediğinden ağzı kana bulanmıştı. Kimiyse çoktan şiştiği halde bir türlü masadan kalkamayanlardandı. Etin başındayken herkes birbirine benzediğinden burada da Halime’yi bulmam zor olacaktı. Bir de masalardan atılıp karpuz gibi yeri boylayanlar vardı ki bunlardan biri ayağımın dibine düşüverdi. Tekmeleyip geçecektim ben de herkes gibi. Saçı sakalı karışmış bu adam bir yerden tanıdık geldi. Yelesinden tutup kaldırdım. Az önce de boş bir çuval gibi oynayanların arasında sürüklendiğini anımsadım aynı adamın. Kimsin sen, diye bağırmaya kalmadan tanıyıverdim. Avcı’ydı bu. Yedi aydır dağdan inmemiş, inince de böyle insanlıktan çıkmıştı. Karşımda dik duramıyordu Avcı. Bırakınca yeri boyluyordu. 

 

“Canavarın karşısında böyle değildin ya, ne oldu sana?”

 

Sesi bir hayvanınki gibiydi. Ne dediğini anlamadım. Başını alıp yalağa soktum. Sanki açılır gibi oldu.

 

“Yol yorgunuyum,” dedi bu kez anlaşılır bir sesle. 

 

“Olur, onca ay.”

 

Yine dimdik duruşlu, bıçak bakışlı Avcı’ydı işte. Karanlığa doğru seğirtti. Ben de o anda Halime’yi gördüm. Masasının başında dikildim. Beni görmedi. Zaten küt boyunlu şiş karınlıydı ya Halime, yedikçe iyice şişip kısalmıştı. Kolundan dürttüm.

 

“Peşimden gel.”

 

Halime başını öte yana çevirdi. Çevirdiği yerde bedavacı Hayri oturuyordu. 

 

“Hoşt,” dedim, “ne oluyor burada?”

 

Hayri sapsarı dişleriyle sırıtıyor, bu kendini bilmez Halime de kaynıyordu için için. Kolu bir kez daha dürttüm. Dönüp bakmadığı gibi yanındakinin dibine sokuldu. Dürttüğüm kolu kavrayıp çektim. Kadın savruldu bana doğru. Aynı anda Hayri de öbür kolu tutup çekti. Bu kez de ona doğru uçtu Halime. Birkaç defa böyle gitti geldi. Ne ben bırakacak gibiydim ne o vazgeçecek gibi. Gözümü devirip tısladım. Hayri pişkin ekmek gibi gevredi. Halime de buna bakıp gülünce, leşçi Hayri’nin defterini dürmüş oldu.

 

 Belimdeki sustalı kuş gibi havalandı da Hayri’nin yumuşağına yerleşiverdi. Gömüldüğü yerde çırpındı ileri geri. Oradan çıkıp başka bir yerine kondu, sonra başka bir yerine. Hayri Hayri olmaktan çıkana dek de durmadı. Sofradaki kanlı etlerin içine Hayri’ninkiler karıştı. Ondan geriye kalanlarını da arkadaki boşluğa doğru fırlattılar. Fırlatılınca kanı her yere bulaşmış. Burayı göl ettiği yetmediği gibi bir de arkadaki boşlukta ılık ılık akmış da toprağı suyu kan tutmuş. 

 

 Herkes eğlenmesine döndü. Biz de Halime’yle bir kuytuya daha yeni yuvalanmıştık. Hayri’nin kanı üzerimdeydi. Yüzüme sıçrayanı gömleğimin kollarına silmiştim. Parmaklarımın uçlarından onun kanı damlıyordu yürüdüğümüz patikaya. Kopkoyu karanlığa gözümüz alışmıştı,yerleşeceğimiz ağaç dibini görür olmuştuk. Halime bir yandan titriyor bir yandan da, “Peşimizde biri mi var?” diye soruyordu. “Bir ayak sesi, bir yaprak hışırtısı, bir hırıltı sanki.” 

 

Ben bir şey duymuyordum.

 

“Yıkıl yere,” dedim. Yıkıldı. Üzerimdekilerden kurtulup tam çökecektim Halime’nin ümüğüne ki bir hışırtı da ben duydum. Bıçağa davranmaya varmadan önüme bir karaltı düştü. Giysilerime de ulaşamıyorum, takım taklavat hep açıkta. 

 

“Kimsin?” dedim. Hırıltılı bir ses.

 

“Dağdan canavar inmiş,” diye bağırıyor Halime. İki ayaklı canavar mı olur, ama neredeyse o. Yüzü kapkara, tırnakları parlıyor. 

 

“Sen kaç,” dedim kadına. Ağacın kavuğuna yapışmış. Karaltı gülle gibi çöktü üzerime. Çalılıkların üzerinde yuvarlandık. Dişlerini omzuma geçirmeye çalıştı, olmadı, boynumdan yakaladı.Tırnağımla sırtını yardım. Acıyla açılır oldu, aynı anda kapaklandı bacak arama. Saçından tutup çektim, yetmedi gücüm. Kocaman açtı ağzını da doldurduğu kadarını koparıp attı. Bir lokma halinde erkekliğim Halime’nin ayakları dibine düştü. Ben tortop olmuşum, kanım toprağı suluyor.Derken kesildi canavarın sesi. Acımın arasında bekliyorum, bir kez daha saldıran yok. Bu kez Halime’ye döndü herhalde diyorum içimden, kadın korkudan bayılmış olmalı, ses yok. Başımı kaldırıp baktım, Halime hâlâ ağaca yapışık, karşıda bir yere bakıyor. Ben de bakıyorum nedir diye. İnce uzun bir karaltı daha bakıyor uzaktan. Sanki uzun saçlı bir kadın bu.

 

“Bu o,” diyor Halime, “tanımadın mı, Avcı’nın karısı.”

 

Karaltı dönüp yürüyor tepeye doğru. Kuyruğunu sıkıştırıp mızıklayan bir köpek peşi sıra yürüyor.

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Öykü Yazıları

Anlatmaya devam ediyordu. Gecenin başından beri konuşuyordu. Gözlerimizi açmış dinliyorduk. Dediğini ilginç kılan insanlardandı. O gelmeden önce canımız sıkılmıştı. Birileri aşk acılarından söz etti ama kimsenin aşk acısı ötekinin ilgisini çekmiyordu.

 

Ben bir tane daha alayım. Hepsini nasıl içti anlayamadan, bir tane daha. Sonra bir tane, bir tane daha. Hepsi birden içiyor, birbiriyle yarışır gibi. Herkesin elinde sigara. Önüme bakıyorum. Elimde telefonun kılıfı, yarım saattir çevirip duruyorum. Biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorlar, pek rahat değiller.

 

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

 

“Aaa… Camı boyuyor! Yasak değil mi?”

 

Karşı vagonda bir adam cama resim çiziyor. Boyaları çoktan dökülmüş, paslanmış, eski bir tren. Aralık perdelerden görünen vagonların içiyse rengârenk. Bizimkiler gibi bir örnek değil hiçbiri. Usta fırça darbeleriyle bir manzara şekilleniyor camda. Dağlar, bulutlar, bir ağaç, bir tane daha...

Mutlu sonlara bayılırım.


Gerçekten de bir son gerekliyse, mutlu olmasından yana oldum hep... Ne acılar içinde kıvranan bir kadına dayanabildi yüreğim ne de umutsuz bir erkeğin intiharıyla sonuçlanan bir romana.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.