Hadi desenize: Bana optik, gözlük, miyop, dört göz, gözo, çerçeve desenize! Diyemiyorsunuz değil mi? Diyemezsiniz, çünkü ben lazer tedavisi görüp o şişe dibi kalınlığındaki sekiz-sekiz buçuk gözlük camlarımdan kurtuldum.
İlk gözlüğümü takıp Çorlu sokaklarında dolaştığımda önümdeki kaldırımlar sanki yukarıya doğru kalkıyormuş gibi gelmiş, çevreyi anlatılmaz saydam, pırıl pırıl bir netlikle görmeye başlamıştım. İlkokul üçüncü sınıfta olduğum düşünülürse otuz küsur yıl taşımışım bu çerçeveyi.
Gözlüğüyle barışık yaşayan biriydim, bu kadar uzun süre birlikte olunca vücudumun bir parçası haline dönüşmüştü sanki. Sabah kalkar kalkmaz çoraplarımı giymeden el yordamıyla gözlüklerimi takar, onsuz tuvalete bile gidemezdim. Bunlar kanıksadığım durumlar mıydı? Tıpkı Akdeniz sahillerinde denize gözlüksüz girip Kıbrıs’a kadar yüzdüğümü düşündüğüm zamanlarda olduğu gibi. Denize girdiğim yerden çıkabilmek için mimlediğim bir şemsiyeyi hedefleyip kıyıya öyle dönerdim genellikle. Tabii bazen seçtiğiniz o sarı şemsiyeyi sahibi alır gider, siz de girdiğiniz yerin yarım kilometre sağında ya da solunda bulabilirdiniz kendinizi. Daha iyisiyse sizin gibi aşırı miyop bir arkadaşınızla denize girmekti. Çıkarken nerede buluşacağınızı kimse bilemezdi.
Bu konudaki en güzel birlikteliğim, dostlarım Harun ve Recai ile olanıdır. Aralarında olağanüstü bir iletişim bağı olan muhteşem bir üçlüydük. Onların gözlükleri yoktu, biri kekemeydi, öteki de oldukça ağır işitirdi. Kıyıda otururken Harun ıkına sıkına, neredeyse bir on dakika sonra denizde bir gemi gördüğünü söyler, Recai her zamanki gibi duyamamış, “Efendim?” der, bense gözlüksüz güneşlendiğimden, “Orada gemi mi var?” türünden bir şeyler saçmalardım.
Muzır bir çocuk olduğumdan ilk gençlik yıllarımda çok gözlük kırardım. Gözlük kırmaya alışkın olduğumdan mı bilmem kırılmış gözlüğe önce salak, boş bir bakış atar; sonrasında bizimkilere durumu nasıl açıklayacağımın bir senaryosunu yazardım. Bazen durumu açıklamak birkaç günümü alsa da bu birkaç günü kurtarmak için elimde numarası düşük ya da sapı kırılıp yapıştırılmış bir gözlük illa ki olurdu.
Çok gözlük kırdığım ya da sürekli göz numaram arttığı için bu otuz küsur yılda onlarca gözlüğüm oldu. Selüloit olanlar, metal olanlar, hem metal hem selüloit olanlar, armut tipliler, dikdörtgenler; daha entellektüel görünüm verenler –doktorlar aşırı miyoplara küçük çerçeveler önerir her zaman–, lantal dedikleri inceltilmiş camlılar, organik camlılar, hafif renklendirilmişler –renkliler de aşırı miyoplara önerilmez–, siyahlar, kahverengiler, griler, beyaz içeren griler...
Çoğu optik gibi sporla kurduğum ilişkide kendimce bir dengem vardı. Genellikle ikinci devre alındığım maçlarda gözlüklerimi bağlayarak futbol oynardım, ama kafa toplarına çıkamazdım ya da sert şutlarda sırtımı dönerek sakınırdım gözlüklerimi. Kayak yaparken ya da buzda kayarken de az gözlük kırmamıştım hani. Belki de bütün bunlardan dolayı sonunda kendime en uygun spor olarak masa tenisini seçmiştim.
Doğrusu aşırı miyopların gözlükleri çoğuna munis, okumuş görmüş bir insan havası verir. Zeki, mizahçı biriymişsiniz algısı da üretebilir çoğu kez. Babamın sanayideki dükkânında beni bir şeyler okurken gören kamyon şoförleri, “Hey optik! Bu kadar okumuşsun. Gözlerine yazık! Oradan bize iki kilo gresle bir kilo üstüpü tart,” derdi.
Öte yandan gözlüklü olmanın kimi getirileri de olurdu kuşkusuz. Dışarıdan gözünüze gelecek tozlardan, küçük sinekciklerden, kaynamış çay suyunun buharından korunurdunuz. Sınavlarda kopya çekmeye çalışırken arkanızdan gelen sınav gözetmenini camınızın kenarından görebilirdiniz. Camlarınız renkliyse de çoğu güneş gözlüğü kullanıcılarının yaptığı gibi, sözgelimi vapurda ya da otobüste, karşınızdaki insanları onlar sizin bakışlarınızı göremeyeceği için istediğiniz gibi inceleyebilirdiniz.
Şimdiyse gözlüklerimi atıp üstelik bıyıklarımı da keserek bambaşka biri olup çıkmamış mıydım? Artık kimse beni tanıyamıyordu. Yollarda, bulvarlarda, otobüs duraklarında karşılaştığım arkadaşlarım, eski öğrencilerim, hatta yakınlarım bile beni çıkarmakta güçlük çekiyordu.
Bu yeni durum bende öncelikle bir dışlanmışlık duygusu mu yaratmıştı? Öyle ya candan sevdiğim insanlar yanımdan hiçbir tepki vermeden, kimi de dalgın bakışlarla, birine benzetmiş gibi üstünkörü şöyle bir süzerek geçip gidiyordu. Beni görmezden mi geliyor, yoksa gerçekten tanıyamıyorlar mıydı?
Ben de, “Beni görmeyeni asla görmeme” yolunu seçmiştim. “Ya hep ya hiç!” O sıralar fazlaca Sartre, Camus, Berger mi okumuştum? Durumu biraz abartmış mıydım? Her şey bir seçme sorunu değil miydi? Öyleyse olağan koşullarda beni arayıp sormayı aklına bile getirmeyen vefasız arkadaşım, beleş telefon kampanyasının ona sağladığı olanağı kullanıp beni arıyor diye onunla uzun konuşmalı mıydım ya da sırf karşıdan geliyor diye onu görmeli miydim?
Telefonu açmıyordum, yolumu değiştiriyordum. Önümden geçiyorlardı. Bazen özlemle engellenemez bir sarılma isteği duyduğum dostlarımı bile artık görmüyordum.
O günler de çok gerilerde kalmıştı, ama bu kez gerçekten beni kimse görmüyordu. Belki de önceki tutumuma karşı benden intikam alıyor, yanımdan yöremden, “Be Allahın kulu,” demeden geçip gidiyorlardı. Kendimi onlara ayrımsatmak için gösterdiğim çabaya rağmen tınmıyor, artık beni hiçbir şekilde “takmıyorlar” mıydı?
Tam da gözlüklerimden kurtulduğum o günlerde bir düğüne katıldım, ama beni kimse tanımadı. Gözlüklerimi ırsi nedenlerle kendisine borçlu olduğum annemin köyüne gözlüklü köy dense yeriydi. Sağım solum, önüm arkam hep gözlüklü akrabalarımla doluydu ama kimse beni fark etmedi. Düğün boyunca onlara ihanet edip etmediğimi düşündüm. Sanki en büyük alçaklığı yapmış, onlarınkilerin yanında hatırı sayılır bir şişe dibi olan gözlüklerimi kaldırıp atmış, üstüne üstlük bıyıklarımı kesmiştim. Neden sonra beni çıkartabilen akrabalarımdan biri enseme bir şaplak patlattı, “N’olmuşsun lan deze oğlu!” dedi.
Olsun. Varsın tanımasınlar! İşte gözlüklerimi attım. Artık bir nedenle yere düşen gözlüğüme umarsız bakmayacağım, gözlüklerim kırıldığı için sokakları birbirine karıştırma korkusuyla eve dönmenin yollarını aramayacağım, kayak yaparken, voleybol oynarken ya da yüzerken gözlüklerimi bağlamayacağım, deniz dibinin olağanüstü güzelliklerine kaygısız dalacağım, berberde artık uyumayacak, iç içe geçen aynaların ayrıntılarında keyifle tıraş olacağım, sabah tuvalete giderken takmayacağım o mereti. Artık kimse bana optik, gözlük, miyop, dört göz, gözo, çerçeve filan diyemeyecek.
Desenize! Hadi desenize!
Öyküyü çok beğendim. Sevgili yazarımızdan devamını diliyorum.
Seni kendin bile tanımazken ,teyze oğlunun tanıması ne güzel...Çok güzel bir öykü olmuş, eline ,beline, diline sağlık..
Çok duygulandım. Bu arada, Sabitfikir! Takma ismim "takipçi". Ama maşallah yorumlarımın hiçbirinin üzerinde bu isim görünmüyor. Bizim de bi kimliğimiz bir onurumuz var. Sabitfikir! bu derdimize derman ol, yorumlarımızın üzerinde isimlerimizi göster!
Yeni yorum gönder