Şimdi sırası, titriyorum. Ağzımı kıpkırmızı kapadım. Kulaklarım ip, karnım o kırılgan yelkovan tortusunun izinde. Başım, hayır ağrımıyor. Kaşımdan damlayan ter, kirpiklerimin uçurumundan sızıyor gözbebeğime, yanıyor. Adresi yazmalıyım. Caddenin ismini duyamadım. Ter. Öksürdüm, yinelettim. Koluma vurdu ağrı, ağır. Kulunçlarıma. Kırılmış taş plaklara daldım, kolonyaya. Tütün. Küpelerimi gizli bir erinçle kedimerdivenine tutturdum. Pencereyi açtım, duman içinde grileşiyor sokağın sarmanı, sarman büyüklüğünde fareleri köpeklerin memelerini emiyor. Kelebekler. Kargalar akşamı taşıyor simsiyah, yapayalnız bir fırtınayı getiriyor, atıyor kucağıma. Perdeyi kapadım. “Yarın,” dedim, “tamam, sabah tam dokuzda orada olurum.” Saçmalık. İzin vermeyeceğim. Hiçbir şeyin olacağı yok. Yangın yanmış. Caddenin adını duymadığım gibi maaşı da duyamadım. Yol, yemek, sigorta. Yol, yemek, sigorta. Ölü ölmüş.
Hayır, gözlerimi görmesinler istedim önce. Kaplumbağa yavrusunu –evin yıkılsın–piyanonun tuşlarının üstünde ilk ben tartakladım. Evini yıktım. Kapıyı açtıklarında, “İş ilanı için gelmiştim,” derken kapıya mı bakmıştım, zile mi? Sesim kendiliğinden bırakmıştı virgülü oysa. Sessiz. Damıtılarak bakılmış ve öyle görülmüş herhangi bir göz gibiydi kapı. Belkemiğim, evim. Palas pandıras baktım hiçbir şeye. Bakmayı öğrenemedim.
Bekledim. Ağrı dişimi damağımı oydu, dimağımı. Duvarda guguklu saat durmuştu. Kuş ölmüş. Kapının önünde sarman bir kedi yalanıyordu. Birisi bıyıklarını kesmişti, attığı her adımda dengesiz yalpalıyordu.
Anlattım. Daha önce iki ay dayanabildiler, sonrakinde üç. Son çalıştığım işyerinde, anlattım. Anlamış gibi başını salladı. Saat kalp gibi durmuştu. Anlattım, seçildim. Maaşı duymadım yine, paraya değil meyilim, yol, hayır gitmeyeceğim, yemek, acıkmadım. Sigorta, ettirecek hiçbir şeyim yok. İçine. “Pazartesi, sabah dokuzda.”
Önce yerleri süpürdüm, seramikler defoluydu, tozluydu çok. Camları sildim üçüncü sayfa haberleriyle. Camlarda etil alkol hüzne ve kedere bulamıştı kendisini aldatan nişanlıları, babasını gözünü kırpmadan kıtır kıtır doğrayanları, kıtır kıtır olmuş babanın altın dişlerini çalan ölü soyucularını, duvardaki hemşire ‘sus’ işareti yapıyor diye, hemşiresinin parmağını kıran sağır ve dilsiz hastayı.
Bulaşık yıkadım, çayı demledim. Ağladım.
Geldiler, işi öğretmeye çalıştı birileri. İsimlerini sormadım, aklımda tutamam. Biri kurşun kaleme benziyordu, öbürü inşaat malasına. Anlamış göründüm. ‘Ofis işlerinden, bilgisayardan anlayan’ ben, anlamadım. Bir paraşütle inip saatin içine girdi kuş. Kedi gitmişti. Bir türkü duydum. Anlattılar. Gri bir kazanı kalaylıyorlardı sanki. Ezik domateslerden salça yapıyorlardı. Aralarından biri –kurşun kaleme benzeyen– siyah güllerle bezenmiş bir entari giyiyordu. Kaplumbağayı da attılar sonra kazana. Anlattılar. Dinlerken engel olamadım titreyişine, sağa sola kayan gözlerimin. Çay servisi yaparken müşterilere, dengesiz adımlar attım, yalpa vurdum, döktüm çayı. Yapmamı istedikleri bir işi –on dakikalık– bir saatte yaptım. Pencereden baktım hep boş zamanlarda. Sokak apaktı. Camlar tertemizdi. Kar yağacak. Kış uzun, çok uzun. Kabataş-Büyükada arası bir vapur yolculuğu gibi bitmeyecek. Kış uzun, kar uzun. Anladım. ‘Kıştan anlayan bayan’ ben, anladım. Evde babam,
“Çok dikkatli bakma patronunun gözlerine.” Annem,
“Adımlarını sağlam bas yere.” Ablam,
“Ellerini titretme çayı getirirken.” Ben,
“Yangın yanmış, ölü ölmüş,” dedim, bana. Babam,
“ Kime güldüm de bu geldi başıma.” Annem,
“Bunu alan da olmaz.” Ablam,
“Petek Dinçöz’ün şarkısını indirdin mi?” Kedi,
“Bu guguk kuşunu yememiş miydim az önce?” Kaplumbağa,
“Piyanonun akorduyla kim oynadı?” Ben,
“Sus,” dedim, bana. Ben,
“Pısma Kara Bayram, pısma! Yılanla bile öc alıyola,” dedim, bana. Ben,
“Siz bilirsiniz,” dediydim buncağızıma. Nereden bilirler her şeyi.
Sonraki gün masasına çağırdı beni. “Hanım,” dedi. İncitmemeye çalışıyordu. “Başvurular arasında bize en uygun olanı sizdiniz. Sizi seçtik. Açıkçası çalışmanızdan da memnunuz iki gün olmasına rağmen. Ama ortaklarımızla başka bir karar aldık. Bozuyoruz biz bu ortaklığı.”
“Teşekkür ederim.” Niyeyse. “O yüzden sizinle artık,” dedi, araya girdim, “Çok memnun oldum,” dedim, “sizinle tanıştığıma. Çok sağ olun.”
“Şu zarfı alın. İki günlük hakkınız.”
“Çok sağ olun ama kabul edemem.”
“Lütfen.”
“Peki, ama aramızda kalsın.” “Yine bir araya gelirsek,” dedi, “ortaklarımızla.”
“Tamam,” dedim, ayağa kalktım, tokalaştık, “memnum oldum, siz sağ olun.”
Kapıyı kapadım, çıktım. Adımlarım yine dengesiz, sarhoş gibi. Beni izlediğini biliyorum. Köşeyi döner dönmez ağlayacağımı sanıyor.
Eve geldim, babam gelmemiş. Annem anladı. Nerden? Odama girdim, oda yok, duvar, o da yok. Gazeteyi açtım. İlanlara baktım. ‘Dengesiz yürüyen bayan eleman’ ya da, ‘karşısındakinin gözlerinin içine bakamayan, hep karşısındakinin ne düşündüğünü anlamaya çalışan, kardan anlayan, kardan adam yapmasını bilen, her daim evinde havuç bulunduran, her an her yerde birileri tarafından izlendiğini sanan, –muhtemelen bir aşkı tarafından, tek taraflı sevmenin kalabalık ve yalın mutluluğundan– başkalarının sevileceğine inanmayan, yine de bu gururla kimselere muhtaç olmayan, öpüşmek dışında cinselliği aramayan, koynunda bir uğur böceğine yer açmayı bilen’ o ilanı aradım.
Kar, hep ince ince yağıyor, tamam.
Sabah dokuzda, yine zile mi baktım kapıya mı, anlamadan girdim içeri. Patronlar gelmemişti. Arkadaki mutfakta demlenmemiş çayla poğaçaları yedim. Kedi yoktu, guguklu saat hızla dönüyordu. Bana verdikleri masada fincanım duruyordu. Üzüldüm. İyi kötü titreyen ellerimle tutamayacaktım kulpundan. Masada, sanki onu birazdan alıp götürecekmişim gibi bekliyordu.
İlk ortak girdi içeri, şaşırdı, “Hoş geldiniz.” Sonra ikinci. “Hoş bulduk,” dedim, kırgın. Üçüncü yoktu, uzakta oturuyordu. Beni işten çıkarırken ne kolay uzatmıştı zarfı. “Lütfen, iki günlük hakkınız. Biz zaten ortaklarla, bozduk biz.” Öbürleri anlamamış hep, ya da anlamış ama neler olacağını merak eden gözlerle bakıyorlardı. Biliyorlardı.
“Size bir şey söylemem gerek ya da bir şey yapmalıyım.”
“Söyle.” O senli benli konuşmadı hiç benimle, hep, “Hanım,” demişti. Kurcalamıyorum.
“Ne söyleyeceğimi bilmiyorum...”
“Ama.”
“Tamam, işe aldığınızın ikinci gününde… Madem hemen çıkaracaktınız…” Ayağa kalktım, gözlerim, adımlarım. “ Evli mi? Karısı? Güzeldir, dün sabah geldiğimizde dışarıda kötü bir fırtına vardı. Düşündü, düşündü bulamadı. Bana sordu. Takvim yapraklarında yazar hatta, dedi. Dün gece araştırdım. Berdelâcuz fırtınasıymış, söylersiniz,” dedim. Kapıdan çıktım. Adımlarım. Dizlerimin üstüne çöküp kaldım.
Deneysel bir öykü ve şiirsel bir kurgusu var. Bora Abdo'nun sanırım Notos'ta Sümbültebersiz diye bir öyküsünü daha okumuştum. Farklı anlatımıyla öykücülüğümüzde ayrıksı bir dil oluşturuyor. Şimdiden kalıcı olacağını düşünüyorum.
Son yıllarda edebiyatımızın modernleştiğini hatta postmodernleşmenin de ötesine gittiğini gösteriyor. İyi mi? Tartışılır, ama en azından kötü değil. Yorumumu yazarken bir kez daha okudum. Gerçekten iyi.
Kapalı bir öykü, herkes anlayamayabilir. Ama yine de Romina karakterini sevemediğimi söyleyemeyeceğim. Gözümün önünde canlanmadı değil. Biraz daha açık olabilseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Yine de tebrikler.
Kurgusu, sanki biraz daha sade olabilirmiş gibi... Ayrıca bu kadar imgelemeyede gerek var mı? İmgeler arasında bir boşluk var gibi?!
Uzun zamandır böyle bir öykü okumamıştım. Yutkunarak okudum. Bittikten sonra ağladım.
Bora Abdo'nun daha öncede birkaç öyküsünü okumuştum. Ama en güzeli buydu açıkcası. Kaleminize sağlık Bora Bey. Ayrıntılardaki ve imgelerdeki zenginliğiniz övgüye değer.
Çok güzel bir öykü, hala etkisindeyim.
Gerçekten çok güzel bir öykü. Edebiyatımızda son zamanlarda bu kadar güzel bir öyküye rastlamamıştım.
Yeni yorum gönder