“Öldün artık. Burası da cehennem, keyfine bak!” deseler inanacağım. Yüz yıllık binalar eğilip bükülüyor. Öyle bastı sıcak. Sanki göğüs kafesimde iki boksör dövüşüyor. Birbiri ardına sert yumruklar indiriyorlar karşılıklı. İkisi de yıkılmıyor. Kıran kırana mı derler. İzleyiciler ayakta. Kirli sarı bir ışık. Hava pis. Yıkılacak mıyım? Her şey çift çift. Adamın biri nargilesinin dumanını gözüme üflüyor. Az önce zaman geçsin diye bakındığım çilekli milekli tokalar şimdi yüzüme şaklıyor. Bankanın önünde para çekmek için bekliyordum. Telefonun gıcırdadığını duydum. Avucumda sıkmışım. Ellerim bembeyaz, yüzüm kıpkırmızı. Biliyorum.
Sıra ilerlemiyor. Önümde üç kişi var. Yandaki makinede dört. Sokak dolup dolup taşıyor. Bekleme süresi uzayınca önümdeki kadın gülümsedi. Elinden tutmuş çocuğu işaret edip. “Bununla her şey daha zor,” dedi, “sizde var mı?” “Yok,” dedim. “Kaç aylık oldu?” dedi onun önündeki. On dörtmüş. Cep telefonundan kendininkilerin fotoğraflarını gösterdi. On bir, yedi, beş yaşlarında. Önümdeki de çıkardı, öbür çocuğunun fotoğrafını gösterdi. Üç olmuş. Havaya bakıyorum. Dar sokakta yükselen eski binaların çizdiği şekle. Bir şeye benzetemiyorum.
Sedat, ay başında ilk taksiti yatıracağını söylemişti. Kalan beş maaşla kıdem tazminatı, bir de ihbar tazminatı. Dört taksitte anlaştık. İşler düzelince arayacaktı yine. İlanlara? Bakıyordum elbette. O da bir şey duyarsa haber verecekti. Şimdi ihtiyaç varsa, kendi hesabından bir miktar ayarlayabilirdi. Fazla bir şey çıkmazdı çünkü kızının okul taksitini ödemişti yeni. “Birinde yatırırsın işte.” Kimin ay başında paraya ihtiyacı olmaz ki. Sırtından birini daha atmanın rahatlığıyla, şüphesiz öyle, artık iyi konuşuyor. Her gün yüz yüze olup maaş soracak olsam ağzına geleni söyler. Sıradan palavralarla aptal gülümsemeler devrini çoktan geçtik çünkü. Huyumuz suyumuz berrak.
Öndeki adamın kartı makineye sıkışmış da ondan bekliyormuşuz. Yandaki makinenin sırasına geçiyorum. Kadınlardan biri saç tokasını çıkarmış, makineye sokmaya yelteniyor. Öbürü, adama şubeyi aramasını söylüyor. Yeni gelenler üçe ayrıldı. Bir kısmı durumu anlayınca çekip gitti. Kimi benim olduğum sıraya geçti. Çoğu da gruba katıldı. Kazaya bakan sürücüler gibi izliyoruz. Bizim sıra acaba niye ilerlemiyor. Bu iş bitince bir filme mi girsem? Sinemanın yaza özel gösteriminde bugün Soderbergh’in Kafka’sı var. Dün Ahmet’e söyledim. “Yok,” dedi, “şimdi gelirsem, ömür boyu gitmemiş gibi yapmak zorunda kalırım.” Alacaklarımı alıp Kadıköy’den eve yürüdüm. Gece sıcaktan uyuyamadım. Bu söz de aklıma takıldı. Çok can sıkıcı. Kalkıp dolabı karıştırdım. Torbanın dibinde kalmış kirazları süzgeçe boşalttım. Çürüklerini ayıklayıp yıkadım. Annem uyuyordu, duyabiliyordum. Televizyonu açıp sesini kapattım. Aylık sabit giderleri listeledim. Gecenin üçünde tartışacak enerjiyi nereden bulur bu insanlar? Canları mı sıkılmış onların da? Bir numara çevirdim gelişigüzel, bir kadın açtı. “Ahmet orda mı?” dedim, “Ahmet’le konuşmam gerek çok acil.” Kapattı. Kirazları bir tabağa boşalttım, tabağı kucağıma yerleştirdim. Sessiz sessiz televizyonu izledim. Karanlık bir sessizliği, aydınlıkta curcunaya tercih ederim. Dalmışım. Bir hareket oldu. Sesler yükseldi. Baktım, nasıl olduysa, adamın kartını çıkarmayı başarmışlar. Biz daha duruyoruz. Önümdekiler sinirli, bir şeyler söyleniyor. Makine geçici olarak hizmet veremez olmuş.
Caddenin öbür ucundaki şubeye gitmeyi hiç istemiyorum. Parayı yatırmamış olmasını dileyerek, Sedat’ın telefonu açmasını bekliyorum. Canım sinemaya gitmek istiyor. Sessiz, rahatsız edici karanlıkta huzur bulmak, kıpırdamamak. Açmıyor, kim bilir nerelerde geziyor. Telefonunu hep masasında bırakır, ama hiç yerinde olmaz. Atölyede boş bilgisayar bulmuş, çocuklarla savaş oyunu oynuyordur. Pidelerini de ofise söylemişlerdir. İki kere iki eşittir dört. Beşinci çalışta açtı. “Alo,” dedi. “Alo... Alo!” Midemde kelebekler uçuştu önce. Hemen kapattım. Bir göz kırpışı kadar ancak sürdü bu. Göğüs kafesime dolan isim boğazımda düğümlendi. Midem bulandı. Telefon çalıyor. Tenha bir gölge bulmaya çalışıyorum. Güneş, ağır silahlarıyla üstüme geliyor. Onu kışkırtıp kendimi öldürtmeye zamanım yok. Telefon çalıyor. “Seni kaçak, nerelerdesin? Gözlerime inanamadım adını görünce. Bu arada hat kesildi herhalde. Hayırdır?” Neden hiç bir istediğim olmuyordu? Neden telefonda onun numarasını gören ben değildim ve bu komik konuşmaya katlanmak zorunda olan neden Şebnem değil de bendim? Kilitlendim.
Gözlerinin içi gülerdi. Hep kilitlenirdim. O ise becerikli. Öğle saati yaklaşınca bizim ofis çevresinde dolaşması. Sürekli mutsuz bir evliliği olduğundan söz etmesi, akşamları kız arkadaşlarıyla çıktığını defalarca söylemesi. Sedat’la Oğuz’un işteki son günü, kendini davet ettirmeyi başardı. “Sedat, Şebnem arkadaşımızdan hoşlanıyor da.” demişlerdi. Midem bulandı. Şebnem’in boşandığını, Sedat’ın son yıllarda ikinci el otomobil alım satımıyla uğraştığını biliyorum yalnızca. Onu bir daha görmedim. Bir kez rüyamda gördüm daha doğrusu. Bir kez de gördüğümü sandım. Rüyamda, yağmurlu bir sonbahar akşamı sırılsıklam eve dönüyorum. Ev bizim ev, ama bizim ev başka bir evmiş o zaman. Nikâh davetiyelerimi almışım matbaadan. Üstümü bile değiştirmeden, ıslananları ayırmaya koyuluyorum. Akşam zarfları yazacak, sabah dağıtmaya başlayacakmışım. Bakıyorum, odamdan bir ışık geliyor. Masa lambası açık. Taş kesiliyorum o an. Ayak uçlarımda yürüyerek mutfağa gidiyorum. Pirinç kavanozunun içine silahımı saklamışım, onu alıyorum. Tam geri dönüyorum ki, elektrik kesiliyor. Nasıl korkuyorum ama, elim ayağım titriyor. Odanın kapısını ayağımla hafif yoklayıp sonra bir tekmeyle aniden açıyorum. İçeri girer girmez üzerime atlıyor. Alkol kokusu alıyorum. Eliyle ağzımı kapatmış. Bir şeyler söylüyor anlamıyorum. Tabancam yere düşüyor. Korkudan olacak, birden bırakıp kaçıyor. Yerde iki büklüm ağlıyorum. Elektrik geliyor. Masaya tutunup kalkıyorum. Masada bir çift küpe, bir de not var. Notta, okunması güç bir yazıyla: “Nikâhına çağırmadın ama...” gibi bir şey yazıyormuş. Ter içinde uyandım. Annem dişlerini gıcırdatıyordu. Gördüğümü sanmam da tuhaftı gerçekten. Rüyanın hemen ertesi günüydü. Etkilenmiş olmalıyım. Metroya iniyordum. Merdivenlerde iki basamak aşağıda duruyordu. Elleri lacivert paltosunun cebindeydi. Siyah sırt çantası tanıdık geldi, siyah beresi de vardı. Mevsim bahar. Kalbim deli gibi koşmaya başladı, eğilip yüzünü görmeye çalıştım. Hissedip aniden döndü.
“Hayırdır hayır,” dedim, “benim antikayı elden çıkarmak istiyorum, fikrini almak istemiştim de...”
“Yaşlı Tosbağa deme sakın?” dedi gülerek.
“Ta kendisi!” dedim. “İlgini çekmeyeceğini biliyordum. Neyse, sağ ol yine de...”
Arabanın durumunu sordu. Eğer para için satıyorsam değmezmiş. Bir ihtiyacım varsa söylemeliymişim. “Sen ketumsundur biraz.” Şebnem de, o da bana yardımcı olmaktan mutlu olurlarmış. “Maddi manevi.”
“Çok zarifsin.” Arabanın tüm muayenelerinin tam olduğunu, bakımının yeni yapıldığını, parçalarının da orijinal olduğunu söyledim. “Garaj arabası gibi,” dedim. “Bayandan!”
Güldü. Gülmeye benzer bir ses çıkardım.
Fazla zamanını almak istemediğimi söyledim. “Şebnem’e selam...”
Kartal’da, sahil yolunda olduğunu söyledi. Yol açıkmış, on beş dakikaya Kadıköy’de olurmuş. “Şunu bir göreyim.”
“Gerek yok aslında. Dediğin gibi değmez.”
“Canım, kıymet bilen biri olduktan sonra.” Güldü. “Geliyorum. Otoparkta mı?”
“Yok! Sedat, gerçekten...”
“Tamam, geliyorum.”
Cadde boyunca yürüdüm. Mide bulantım geçmişti biraz. Bir şişe su alıp yüzümü yıkadım. Parayı çektim, kendime üç yüz lira ayırıp kalanı annemin hesabına yatırdım. Olan olmuştu. Zorla alacak değil ya. Tekrar çarşıya yürüdüm. Üstümdekiler berbattı. Bir kahve içer miydik? Defalarca giyilmiş şortumla tişörtümden kurtulmalıydım. Mağazaların önünden vitrinlerine baka baka hızlıca geçiyordum. Yıllarca görüşmeseler de, rastlantısal olarak yolları keşisen eski aşıkların yüzde 83’ü karşı tarafı arzularmış. Ahmet’in muayenehanesinde beklerken bir dergide okumuştum başlığı. Keşke yazıyı da okusaymışım. Elbise güzel. Askılı, beyaz, üstünde küçük çiçeklerler var falan. Giysilerimi benim için “elbette” saklayabilirlerdi. Onları daha sonra almak üzere mağazada bıraktım. Pembe terliklerime de mükemmel uydu. Bir şeyler olur muydu bu kez? Kaçmayacaktım çünkü. “Kıymet bilen biri olduktan sonra...” Hazırlanmış gibi olmak olmaz. Kötü bir izlenim bırakmak kötü olur. İç çamaşırlarını takım almadım. Arıyor. Beş dakikaya gelecek. Ancak bulmuş park edecek yer. Rıhtımdaki kafede oturmamı söylüyor. Dilimle dudağımın üstünü yokluyorum. “Sorun değil.” Bekliyorum.
Manzara iyi. Tavan pervanesi sıcağı az da olsa kırmış. Duvarlar eski Amerikan filmlerinin posterleriyle kaplı. Cary Grant gözlerini üstümden alamıyor. “Elbiseniz ne kadar yakışmış...” diyor gülümseyerek. Grace surat asıyor. Humphrey yine hüzünlü. Kaldırımda koşuşturan insanlar, kırmızı ışıkta bekleyen arabalarla iskelenin ardında deniz. Denizde martılar. Martılarda ne yasa ne gam. Martılar bağımsız. “Bir sade kahve” söylüyorum, arıyor. Karşı tarafta, kırmızı ışıkta bekliyor. Onu izliyorum. Bugün tıraş olmamış. Telefonda; acaba kiminle konuşuyor. Uzun parmakları, ince elleri masum. Gördü. Kurt gibi açıkmış. Karman çorman bir tabak geliyor. Göz kenarlarındaki çizgiler gülümsüyor. “Burası da ilginçmiş.” Pürüzsüz, serin göz kenarlarını izliyorum. Akşam saatlerinde huzura kavuşan plajın dinginliği var çizgilerinde. Orada uyumak istiyorum. Bana mı bakıyor? “Öyle,” diyorum, “nereden toplamışlarsa bu kadar posteri...” Cary surat asmış, Humphrey daha da hüzünlü, Grace sırıtıyor.
“Ne romantiksin sen ya,” gülüyor, “biz rahatla kolay barıştık. Kimse uğraşmıyor artık bunlarla.” Gülümsüyorum.
“Birden duyunca canım çekti. Hafta sonları kullanırım dedim. Merak etme, hakkı neyse alacaksın.”
Göğüs kafesimden yükselen alevler boğazımı yakıyor.
“Bitirdiysen,” hesabı istiyor, “gidip bir görelim. Sonra da tanıdık bir tamirci var, ona baktırırız.” Çantamı alıyorum. “Sen de yok oldun birden ortadan,” kalkıyor, “yolda anlatırsın artık, merak ettik seni.” diyor. Kalkıyorum; her şey çift çift, onu izliyorum.
Öykü

Öykü



Yorumlar

Yorum Gönder
Diğer Öykü Yazıları

Anlatmaya devam ediyordu. Gecenin başından beri konuşuyordu. Gözlerimizi açmış dinliyorduk. Dediğini ilginç kılan insanlardandı. O gelmeden önce canımız sıkılmıştı. Birileri aşk acılarından söz etti ama kimsenin aşk acısı ötekinin ilgisini çekmiyordu.

Ben bir tane daha alayım. Hepsini nasıl içti anlayamadan, bir tane daha. Sonra bir tane, bir tane daha. Hepsi birden içiyor, birbiriyle yarışır gibi. Herkesin elinde sigara. Önüme bakıyorum. Elimde telefonun kılıfı, yarım saattir çevirip duruyorum. Biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorlar, pek rahat değiller.

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

“Aaa… Camı boyuyor! Yasak değil mi?”
Karşı vagonda bir adam cama resim çiziyor. Boyaları çoktan dökülmüş, paslanmış, eski bir tren. Aralık perdelerden görünen vagonların içiyse rengârenk. Bizimkiler gibi bir örnek değil hiçbiri. Usta fırça darbeleriyle bir manzara şekilleniyor camda. Dağlar, bulutlar, bir ağaç, bir tane daha...

Mutlu sonlara bayılırım.
Gerçekten de bir son gerekliyse, mutlu olmasından yana oldum hep... Ne acılar içinde kıvranan bir kadına dayanabildi yüreğim ne de umutsuz bir erkeğin intiharıyla sonuçlanan bir romana.

Selam kurgu daha geniş olabilirdi ve cumlelerin çok kısa uygunsuz konulan nokta okuyucuyu yoruyor ve metin vermek istediği mesajı uzattıkça uzatıyor.Dolayısı ile okuyucu sıkılıyor.Unutma bazen devrik ve kuralsız cumleler bile metinde akıcılığı sağlayabilir.Sana Orhan Kemal'in romanlarını okumayı Öneriyorum.
İmza Yılmaz TÜRK
Yeni yorum gönder