Kâğıttaydık, akşam saat yedi filandı yani, kendi mıntıkamızda ekmek arıyorduk, he benim abim, kâğıt topluyoruz biz, arada çıkarsa elbise filan da alıyoruz yani. Sonra, bir çığlık koptu, kadınlar, ay ay çocuk düştü arabanın altında kaldı filan, ben dedim herhalde düştü, kalkar, bir şey olmaz. İçimden sövdüm de, beceriksiz, dedim Hikmet’e. Sonra kadınlar, adamlar böyle bağırıyorlar abim benim, ambulans çağırın, kulağından kan geliyor, diye. Ben düz gitmiştim, şurada iki konteynır daha var, onlara bakayım, sana yetişirim, demiştim Hikmet’e. Salak kafam, gitsene peşinden, mıntıka bitmiş zaten, beraber insenize yokuşu, öyle muhabbet ede ede yani, türkü bile söylerdik. Yok, ama illa bakacaktım, belli mi olur, iki kutu bulursun, bir şey bulursun yani, iyi olur, demiştim.
O sesler kulağımdan gitmiyor abim benim, ben daha unutmam o sesleri, eziyorlar sanki böyle beni. Hikmet dikkatli çocuktu, sonra kuvvetliydi, ben anlamadım nasıl oldu, araba omuzlarından binmiş buna, yokuş aşağı dengesini kaybetmiş, düşmüş. Sonra abime söyleyeyim, bu iki kol var ya burada, tutuyorsun, aha bu aradaki demir kafasına vurmuş, asfalta süre süre kazımış kafasını, yalan yok, üç metre kan vardı yerde. Suratının yanı yoktu, nerdeyse gözü akacakmış. Bazen, çok doluyor araba, kâğıt olduğuna bakma, oncası bir araya gelince, ohoo, sımsıkı tutmak lazım, kuvvetli olmak lazım. Kızları görüyorsun mesela, nasıl taşıyorlar diyorsun değil mi? Senden benden kuvvetli onlar, sırtladılar mı yetişebilene aşk olsun. Neyse hastaneye götürdük ama daha demir kafaya vurduğunda ölmüş Hikmet, o sürtünmede canı acımamış, böyle arkadan vurunca şoka mı girmiş ne olmuş, duymamış yani, duymamıştır değil mi? Şoka girince duymaz tabii insan.
Hikmet sessiz sedasız çocuktu abim benim, öyle konuşmayı sevmediğinden filan değil, konuşamazdı ki Hikmet, doğuştan yani. Ben onun dilini öğrendiydim ama, ilk zamanlar böyle elimi kolumu sallıyorum anlamıyor, bağıra bağıra, dudağımı dışa büke konuşuyorum, anlasın diye, yok! Sonra öğrendik beraber. Zaten iki üç çeşit muhabbetimiz vardı, tutup da dünyayı mı kurtaracağız allasen! Yemek, su, Nurcan’ın memeleri, sokaktaki karıların kıçları affedersin! O yani, o kadar. Yokuştan inerken türkü söyleyince çok hoşuna giderdi, “Turnalar”ı söylerdim böyle, nefes nefese, bir yola bakardı, bir ağzıma bakardı. Abi ben sana söyleyeyim, artık aynı türküyü çığırmaktan mıdır nedir, sanki ezberlemişti, mırıldanırdı, kendi kendine sesler çıkarırdı. Kaç kere, bak yeminle söylüyorum, kaç kere türkünün havasını yakaladı biliyor musun? İnanmazsın sen şimdi ama yakaladı, ben duydum, hissediyordu demek, ne bileyim. Bir yandan arabayı zapt etmeye çalışıyorsun tabii, koşar gibi yürüyorsun ama turnalaaar, diye bağırdım mı, hafiften de gülerdi.
İki yevmiyesi kalmıştı, Kâsım Abi’de, verecez lan Hikmet, demişti, ben Ali’ye satardım, o Kâsım’a satardı, kardeştir Ali ile Kâsım ama anlaşamazlar, dükkânları ayrıdır. Ali Abi daha düzgün adamdır. Aksatmaz pek paranı. Kafaya koymuştu, telefonu değiştirecekti, bir yevmiye eksiği kalmıştı, onu da tamam edince telefonu alacaktı. Abisine bir de dayısına mesaj atıyordu. Zamanında, buraya göçmeden önce öğrenmiş okumayı yazmayı, bazen anlaşamadık mı, arabasından bir kâğıt alır yazardı bana. Bir kere kavga ediyoruz, hiç unutmam, ağız burun giriştik birbirimize, sinirliydi biraz, artık neye kızdı hatırlamıyorum, dövüştük yani, bu yerde, dudağından kan geldiğini gördü, bir hışımla kalktı arabadan bir karton aldı, aradı aradı kalemini bulamadı, kalem ver bana diye elini kolunu savura savura anlatıyor. Verdim ben de kalemi, ne yapacak diye, aldı, kocaman harflerle orospu çocuğu, dudağım kanıyor, yazdı, böyle elleri titriyor, ağlıyor. Beni bir gülme aldı, ama öyle böyle değil, ben güldükçe sinirleniyor bu, karnıma, böğrüme vuruyor, sonra anladı o da, başladı gülmeye. Sarıldık, barıştık, ağzını yıkadık. Sonra, abime söyleyeyim, ikinci yevmiyeyle de sözü vardı bana, karıya gidecektik, ben daha önce gittim, vallahi bak, ama Hikmet’in daha siftahı yoktu. Gidelim mi lan Hikmet, dedim, dur telefonu alacağım önce dedi. Sen ısmarlayacaksın dedim ama kendiminkini verecektim ben, şaka ediyordum abim benim, şaka yani.
Sonra işte Hikmet’e böyle oldu, temiz çocuktu abim benim, namusluydu, yan yana yattık o kadar ay, bir falsosunu görmedim. Ha bir de bizim elbiselerimiz kir göstermiyor lan, derdim. Utanırdı bazen, böyle adamlar filan geçince bakarlardı, sıkılırdı, üstü başı kir pas, derdim işte, elbiselerimiz kir göstermiyor, neşesi yerine gelsin diye elimi kolumu nasıl sallardım görsen, pantolona vururdum böyle tozunu silkeliyormuş gibi, sonra hani bak toz moz yok der gibi hareketler yapardım, ben coştukça o gülerdi. Çok güzel, bağıra bağıra gülerdi. Gitti işte abim benim, öldü Hikmet, cenazesine sekiz on kişi gittik, zenci arkadaşlar var bizim, Uganda mı ne, bir yerden gelmişler, dua mua okuduk, gömdük. Abim sen düz mü gideceksin? Bu saatte bir şey olmaz pek, gel beraber inelim mi yokuşu, türkü de söyleriz hem.
Öyküyü dergide okumuştum; güzel bir öykü; kağıtçıları konu edinmesini ayrıca sevdim.
Yeni yorum gönder