Tarih yani, bugüne kadar insanlığa dair yazılmış en büyük, kurgusu en sağlam, en mitolojik roman… Dolayısıyla, tarihi “doğru” yorumlamak, “doğru” okumak hatta bir tarihçi olarak “doğru” yazmak ne derece mümkün? Tarih biliminin çok tartışılan en popüler yönü bu. Ondandır ki, tarihe dair bilinen klişelerin ters yüz edildiği çalışmalar, popüler araştırmalar ve hatta tarihi komplo teorileri bu denli okunuyor, rağbet görüyor… Kleopatra’nın gerçekte çok çirkin bir kadın olduğunu bilmek hayatımızda neyi değiştirir? Hiçbir şeyi değiştirmez elbette ama tarihi bilgiyle aramızdaki ilişkiyi etkileyeceği de kesindir öte yandan. Bir acaba, gelir yerleşir zihnimizin köşesine, bildiğimiz tarihe karşı bir şüphe… Acaba, hayatımızı etkileyen tarihi konular hakkında bildiklerimiz hakkında kaçı doğru kaçı yanlış? Yahut tarihi bilgimiz hayatımızı, yaşadığımız topluma bakışımızı nasıl etkiler? Bir de bakarsınız, araştırmalarıyla tabuları yıkan gerçek tarihçilere yaklaşıvermiş hatta, küçüklüğümüzden beri tarih adı altında bize her fırsatta belletilen klişeler yerine, geçmişe dair yazılmış “doğru”nun peşine onlarla birlikte düşüvermişiz…
Türkiye’nin yaşayan en büyük tarihçilerinden biri Halil İnalcık. Ve Devlet-i’ Aliyye, onun Osmanlı İmparatorluğu üzerine yaptığı 60 yıllık araştırmaların en büyük ürünü. Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; ister tarihle bilimsel anlamda ilgilenin, ister popüler tarih araştırmaları meraklısı, isterseniz de Osmanlı tarihini keyifli bir dille okuyup, gerçek anlamda bir parça da olsa anlamak kavramak isteyen bir okur olun; Devlet-i Aliyye’ye karşı duyduğunuz şey sadece hayranlık olacaktır… Halil İnalcık, bütünlüklü bir yaklaşımla, birden çok tarihi kaynağı karşılaştırarak, hem bağımsız hem de tarih dışı kaynaklara yer vererek, bir eli dünya tarihçiliğinin üzerinde, bilimsel veriler eşliğinde sunuyor bize eserini. Bütün bunlara bir de İnalcık’ı zaten çok okunan tarihçilerden biri yapan özelliklerinden birisi, yanı akıcı dili eklenince Devlet-i’ Aliyye’nin birinci cildini elden bırakamaz oluyorsunuz.
Büyük bir efsaneyi başaşağı ederek başlıyor bir kere Devlet-i’ Aliyye: Kayı Boyu efsanesini…Ganimet için, Gaza lideri altında savaşan bir topluluktur İnalcık’a göre Osmanlı’nın temelinde yatan. Ve hangi boydan, hangi soydan olursa olsun isteyen, iyi savaşan herkes katılabilir bu topluluğa. İnalcık’ın bu tesbiti, kimilerine son derece ters gelebilir ama bu tesbitin ardında öyle bir harita çıkmaktadır ki Osmanlı’nın yarım asır gibi bir zamanda küçük bir topluluktan koskocaman bir dünya imparatorluğuna evrilmesinin de, tüm diğer unsurlar bir yana, kilit noktasını oluşturur: Osmanlı her yerden, her kesimden insanı içine alır, kabul eder ve dönüştürür, onu Osmanlı yapar…
Devlet-i’ Aliyye’nin birinci cildi, 14. yüzyılda Batı-Anadolu’da ortaya çıkan bir Türkmen beyliğinin Orta-Doğu ve Balkanlar’ı hükmü altına alan bir İmparatorluk haline gelişini anlatıyor. Klasik Osmanlı Dönemi’ni hem siyasi tarih olarak ele alıyor İnalcık hem de toplumsal-ekonomik-dini alt yapıyı aktarıyor. “Kuruluş ve Klasik Dönem” ile “Devlet, Toplum, Ekonomi” olarak ikiye ayrılan kitabın özellikle ikinci bölümü tarihi “siyasi tarihe” sıkıştıran, siyasetten ve savaştan başka hiçbir şeyi fazla önemsemeyen tarih anlayışına karşı da bir duruş niteliğinde. İnalcık, nüfus hareketlerinin, şehirleşmenin, tarım ve ticaretin bir devleti anlamada, onun doğru okumasını yapabilmekte ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor böylelikle. Tarihle savaşlar ve siyasi entrikaların dışında da ilgilenmek isteyen okuru fazlasıyla doyuruyor Devlet-i’ Aliyye.
Osman Gazi ile onun “garib”leri, Fatih’in imparatorluk örgütlemesi, Ahmedi’nin Gazavatnamesi eşliğinde anlatılan Fetret Devri ve elbette tüm yönleriyle Timur Darbesi çalışmanın en dikkat çekici, en etkileyici bölümlerinin başında geliyor. “Devlet, Toplum, Ekonomi” bölümünde yer alan, çift-hane sistemi, tekstil sektörünün tarihçesi ve İstanbul, Bursa ve Edirne anlatımı kitabın okunmadan geçilmemesi gereken kısımları arasında. Osmanlı’yı, Osmanlı düşüncesini temelinden anlamak açısından en zihin açıcı etkiyi ise gaza ve gazailik kavramlarının, Ahiliğin ve savaşçı Babai Dervişlerinin aktarıldığı yerler bırakıyor üzerinizde: Osmanlı sultanlarına hep yakın duran Vefaiye dervişlerinin dünya görüşlerinin bir anlamda bütün dünyayı nasıl etkilemiş olduğunu görmek, yerleşim bulunmayan yerlere gidip, orada önce bir zaviye kuran ve vakfa bağlayan, yani sıfırdan bir yerleşim bölgesi yaratan Kalenderi dervişlerinin kurduğu şehirlerde yaşadığımızı öğrenmek gibi…
Tarih, neresinden bakarsanız ancak orasını görebileceğiniz koca bir cam küre; aynı anda her yerinden bakabilip bütünü görmek ve bu bütünü gören gözün aktardıklarını okumak, kuşkusuz, büyüleyici...
Şahane Bir Kitap
Şahane Bir Kitap
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları
Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.
Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.
Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.
Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.
Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.
Yeni yorum gönder