Alev Erkilet ile söyleşi: "Erkekler kadınları kurtarmaktan vazgeçmeli"
Alev Erkilet ile söyleşi: "Erkekler kadınları kurtarmaktan vazgeçmeli"
AYŞE ÇAVDAR
Son zamanlarda erkan-ı devletin bedenlerimizden başka mevzusu kalmamış gibi görünüyor. Devletin bedenlerimiz ve birbirimizle kurduğumuz ilişkilerin bir bölümünde söz hakkı olması o kadar da anormal bir durum değil belki; ne de olsa aramızda vatandaşlık bağı var. Ancak üzerimizde daha fazla söz sahibi olmak istemesinden anlıyoruz ki devletin de yeni yeni dertleri var. İşte bütün bu dertleri ve olasılıkları sosyolog Alev Erkilet ile konuştuk.
Son zamanlarda erkan-ı devlet bedenlerimizle ne yapacağımız mevzuuna biraz fazlaca kafa yormuyor mu?
Aslına bakarsan erkan-ı devlet uzun zamandır, belki Osmanlı’nın son döneminden bu yana bedeni ve üzerinde taşıdıkları aracılığıyla da simgelediklerini denetlemeyi asli görevlerinden biri sayıyor. Neyi nasıl giydiğinden tut da, renklere, giysinin “tehlikeli” imalarına kadar pek çok mesele geçmişte de siyasetin istismar ettiği konulardan biri değil miydi?
Eski kamu spotlarında ailenin çekirdek ve iki çocuktan oluşanının makbul olduğu, doğum kontrolü vurgulanırdı; şimdilerde ise geniş ailenin kamusal tavsiyesi söz konusu. Özetle, devletin müdahalesi yeni değil; ancak son on yıldır Türkiye’de özgürlüklerin genişletilmesi misyonunu üstlendiği iddiasında olan bir iktidarın, müdahaleci bir beden siyasetine yönelmesinin yarattığı bir şaşkınlık ve tedirginlik var.
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada devlet aygıtının vatandaşların bedenlerinin ve özel hayatlarının üzerine adeta abandığını görüyoruz. Acaba ulus devlet kendini tehdit altında görüyor da, yok olmamak için mi vatandaşa bu şekilde bir sarılma telaşına düşüyor?
Ulus devletin sorunu zaten bir vatandaş inşa etme sorunudur. Heterojen bir topluluktan tektipleştirilmiş vatandaşlardan oluşan bir ulus devlet yaratma çabasıdır. Bunu kitlesel iletişimi kullanarak gerçekleştirmeye çalışır ve bu yolla büyük bir tehdit olarak gördüğü farklılıkları ortadan kaldırmak ister. Bu sürecin varacağı son nokta için mesela, Cesur Yeni Dünya’ya bakabiliriz. Bu, insanların kuluçka makinalarında istenilen kıvamda üretildiği bir dünyadır. Okumanın, düşünmenin, sorgulamanın, muhalefetin hatta hasta olmanın bile yasaklandığı, verimliliğin kutsandığı, her evde bulunan ekranlardan halka “gerekli” yönergelerin verildiği, farklılıktan arındırılmış toplumlardır bunlar.
Devletin vatandaşın bedeni ile bu denli ilgilenmesinin bir sebebi var mı, yoksa kendine iş mi arıyor?
Beden biyolojik bir organizma olmanın yanında, kültürel tercihlerimize göre yapılandırdığımız bir malzeme aynı zamanda. Kadir Cangızbay, buna dair pek çok örnek verirdi. Bıyıkları ya da sakalı nasıl kestiğimizin, saçı nasıl şekillendirdiğimizin, nasıl örttüğümüzün, hepsinin bir değeri yansıttığını anlatırdı. Bence, devletin farklılıklara tahammülü azaldığı ölçüde, beden tasarrufunu kişinin kendisine bırakma eğilimi de azalıyor.
Peki, bu durum karşısında ortaya çıkan direniş ya da uyum stratejileri yeni toplum hakkında ne söylüyor?
Bu durum karşısındaki direniş stratejileri, Türkiye’nin klasik çatışma/ayrışma hatlarına yerleştikleri takdirde, yeni bir toplum yaratma imkanını kaybedeceklerdir. Asıl mesele herkesin kendi dünya görüşünü, özgürlükçü önermeler üzerinden “ötekine” teklif etmeyi becerebilmesidir. Kendi düşünce ve yaşam tarzını “ötekine” dayatmaya çalışmak Türkiye açısından alışıldık bir yöntem; kim tarafından kullanılırsa kullanılsın düşmanlarını yaratır ve bir sonraki tektipleştirici devlet müdahalesine meşruiyet sağlar. Lakin devlet ile vatandaş arasındaki asimetrik ilişkide bir değişiklik yaratmaz. Bireyi özgürleştirmez. Farkı yaratacak olan, gerek iktidar gerekse muhalefet ve direniş dillerinin, bu asimetriyi aşma yönünde geliştirilmesi olacaktır.
Evrensel bir teklif dili
Bu direniş ve uyum stratejileri ne türden farklılıklar gösteriyorlar?
“Ne türden farklılıklar göstermeliler?” sorusu daha önemli bence. Bu direniş stratejileri, yaşam tarzları yerine haklara ve özgürlüklere odaklanmalılar. Evrensel bir teklif dili geliştirmeliler. Küçük gruplar üzerinden, dar ve sekter tartışmalar üzerinden bir yere gidemediğimiz açık. Adil olan, benim dar topluluğumu mutlu eden şey değildir; benden çok farklı düşünen kişilerin bile yüzünde bir ışık, bir pırıltı yaratabilen şeydir diye düşünüyorum. Türkiye’de bu ışıltılara ne zaman yaklaşılsa, o yaman yaşam tarzları çatışması gün yüzüne çıkıyor ve bireyi ezip geçiyor.
Bedenin, en çok da kadın bedeninin bir müzakere aracı ve zemini olması psikolojilerimizi nasıl etkiliyor?
İster sosyalist, ister Kemalist isterse İslamcı olsun fark etmez, erkeklerin kadınları kurtarmaktan, şekillendirmekten ve “özgürleştirmekten” vazgeçmesi gerekiyor. Ama burada kabahat sadece erkeklerde mi, bence hayır. Kadınlar –ideolojilerinden bağımsız olarak söylüyorum bunu– aktif özneler olarak kendi haklarının ve temel toplumsal hakların peşinde olmak durumunda. Sorunların çözümünü eril siyasetten bekledikleri sürece pek bir şey değişmez.
Birbirimizle kurduğumuz “sivil” ilişkiler de devletin bu beden konsantrasyonundan etkilenmiyor mu? Yani devlet bizleri etiketledikçe biz de birbirimizi etiketliyoruz galiba?
Söylemek istediğim tam da bu zaten. Etiketleme nedir? Olayın hakikatine, kişinin gerçek hikayesine bakmazsın, onu içine dahil olduğu kategoriye iliştirdiğin etiketlerle tanımlarsın, özdeşleştirirsin ve mahkum edersin. Buradaki sorun kimin ötekileştirildiği değil, ötekileştirme ediminin kendisi. Kimin etiketlendiği değil, etiketlemenin bireyler ve söylemler arası iletişimin, etkileşimin önünü nasıl tıkadığı.
Türkiye’de mevcut hükümet, bedene ve özel hayata yaptığı müdahaleleri dindarlık ve muhafazakarlık üzerinden kurduğu bir popülist dille meşrulaştırıyor. Sence bu barut uzun uzun kullanmaya yeter mi? Sana da vatandaş hükümetten daha sağduyulu gibi gelmiyor mu?
Ben dindarlığın belirli yaşam tarzlarının anti-tezi olarak tanımlanmasını doğru bulmuyorum. Ahlak polisliği bir anti-tez yaklaşımıdır oysa inanç, din, İslam yahut İslamcılık dünyayı daha adil, daha eşitlikçi, doğayla ve diğer kültürlerle daha barışık kılmanın devrimci yollarını gösteren bir tezdir; tezler bütünüdür.
Kimse inanmadığı bir yaşam sürmek zorunda bırakılmamalıdır. Bu açıdan bakıldığında evet, toplumun, birlikte yaşama pratikleri bakımından devletin çok ama çok ilerisinde olduğunu söyleyebiliriz.
* Görsel: Henn Kall
Yalnizca ulus devletlere ait bir korku degil, butunuyle devlet ve iktidar kavramina yonelik tehdit algisi bu, bireysellesen modern insan karsisinda takinilan tutum, ergen cocugunuz karsisinda hissettiginiz anksiyete gibi biraz... Bu Güzel yazi icin tesekkurler
Yeni yorum gönder