Gülsün Karamustafa ile söyleşi: “Modernist baskı bitti, dayatma kültürü devam ediyor”
Biz, onlar, biz, onlar, biz… Başbakan'ın şiar edindiği bu söylem maalesef sokaklardan en diplomatik sohbetlere, kahvehanelerden sosyal medya platformlarına kadar her kesime yayılmış vaziyette. Cumhuriyet tarihi boyunca inşa edilmiş kalın çizgiler günümüzde yumuşamadığı gibi, tam tersine kutuplaşma korkutucu bir düzeye gelmiş durumda. Siyasilerin kullandığı dil tartışılıyor, görgü mevzusu gündemden düşmüyor, hayat tarzıyla yıllarca aşağılan kesimler artık söz bulabiliyor. Bir şeylerin değiştiği muhakkak. Peki nasıl? Tarih boyunca var olan dayatmalar devam ediyor mu, yeni dayatmalar nasıl bir geçmişin uzantısı? Kimlik, kültürel farklılık, toplumsal baskı gibi kavramlar üzerine düşünen sanatçı Gülsün Karamustafa ile konuşmanın tam zamanıydı; keza, yeni sergisi Vadedilmiş Bir Sergi'de tüm bunları ve çok daha fazlasını sorguluyor sanatçı. Merak ediyoruz, 1927 tarihli Adab-ı Muaşeret kitabının üzerinden gerçekten kaç yıl geçti?
Geçmişe baktığımızda bir baskı aracı olarak “görgü dayatması”nın uygulandığını görmek mümkün. Modernleşme kültürünün empoze edilmesi olarak tanımlanan bu dayatmanın son on yılda değiştiğini düşünüyor musunuz?
Tabii, artık modernist baskının devam ettiğini düşünmüyorum.
İktidara gelen partiyle alakalı bir değişim mi bu?
Acaba başka bir parti gelseydi yine bitmez miydi bu baskı? Bence bu değişimin önü engellenemezdi, mutlaka belli şeyler değişecekti.
Sizce genel olarak dayatma kültürü devam ediyor mu?
Evet, ediyor. Özellikle Başbakan'ın bunu hissettiren pek çok davranışı oldu. Kadın bedeniyle, aile yaşamıyla, alkol yasağıyla ilgili… Yani dayatma kültürü aynen devam ediyor. Demokrasi kültürünün tam anlamıyla yerleşmediği ortamda iktidara gelenin dayatma kültürünü arkasına alması kaçınılmazdır zaten.
Cumhuriyet tarihi boyunca hor görülen kesimler oldu. Bu hor görme ve dayatmanın intikam kültürüne dönüştüğü yorumuna katılır mısınız?
İntikam kültürü demeyelim ama intikam tehlikesini gizleyen bir şeylerin olduğu açık. Evet, bugüne kadar bir aşağılama kültürü vardı. Zengin kesimden birisi başörtüsünü hakir kişilerin takabileceği düşüncesini taşırdı. Cumhuriyet tarihi boyunca belli kesimler tarafından da paylaşıldı. Ve şimdi yıllarca hakir görülen kesimin hayat standartlarının yükselmesi belli kesimleri rahatsız ediyor. Bir korku yaşıyorum çünkü bu hor görülme farklı şeyler besler, gizliden gizliye. Ve bir gün patladığı zaman kötü şeylere yol açabilir.
Kimlik meselesi de hep sakıncalı yerlere kayıyor. Batı'ya karşı algıda da, kendi içinde de bunun bir sorun olduğunu söyleyebilir miyiz?
“Türkiye bir dinler, diller mozaiği,” diye başlayan tanımların altında çok daha şiddetli bir şey var. Özellikle şu zamanlarda yaşadığımız bizler-onlar politikasının tehlikeli durumlara yol açacağını düşünüyorum.
Bu bilinçli bir politika mı, kendiliğinde oluşan bir süreç mi?
Bir dil oluşmuş durumda. Bu dilin politikayla hızlandırılması ve alevlendirilmesi tatsız şeylere yol açabilir.
Bazı davranışlar eski kültürün devamı
Peki, yeni kuşaktan bahsetmek gerekirse... En hoşgörülü, önyargısız durumlarda bile kültürel bir ayrımcılık ortaya çıkabiliyor çünkü. Mesela, Gezi’de polislere kitap okuyan öğrencilerin görüntüsü gibi...
Bazı davranışları evet, eski bir kültürün devamlılığı olarak görmek mümkün. Ancak, bunu genele yayamayız. Belli bir kesim bunu yaparken diğer kesim bunu kırmak için uğraşıyor çünkü.
“Halk”tan geldiğini söyleyen bir başbakan iktidarda. Diğer taraftan liberal politikalarla kentsel dönüşüm ülkenin her yanına yayılmış vaziyette, özellikle İstanbul'daki birçok semt mutenalaştırılıyor ve şehirdeki sınırlar kalın bir şekilde çiziliyor. Bu bir çelişki değil mi sizce? Başbakan'ın kendi dünyasına, geldiği yere, çevresine aykırı değil mi?
Üstelik inançlarıyla da çelişen bir şey... Ailesi, görgüsü, çevresi kadar inançlarıyla da çelişik bir durum yaratıyor. Bunu belki de iktidar sarhoşluğuyla açıklayabiliriz. İktidarı başkası alsa da belki aynı şeyleri yapacak. O konumda olmanın getirdiği inanılmaz bir açgözlülükle alakalı. Önündeki her şeyi ranta dönüştürme ihtiyacından geliyor. Bu bir dünya politikası aynı zamanda. Dünyanın her yerinde böyle.
Görgü mevzusuna geri dönersek...
Ben geçenlerde bir şey okudum. Meclis'te görgü kurallarını öğretmek için yeni bir eğitim başlatılmış. İsteyenler yemek davetinde nasıl davranılması gerektiğini öğreten bu eğitimden geçiyormuş. O diplomatik konumdaki insanların, hükümetin, Meclis'in bir ayıbı olmasın diye eğitimden geçirmek için yapılmış olabilir. Çok hoşuma gitti, çünkü sergimle de çok ilgili.
Adab-ı Muaşeret ve Meclis
Batı'daki imajımız tartışılıyor sürekli, bununla alakalı olabilir mi?
Evet evet, bununla alakalı. Ama sergide yer alan 1927 tarihli Adab-ı Muaşeret kitabının Meclis'te bugün uygulanması pek bir keyifli oluyor. (Gülüyor)
“Batı'ya karşı duruş” diye bir mevzu var.
Bu en büyük kompleksimiz zaten. Toplumsal geçmişimizden yola çıkarak böyle bir alışkanlığımız olduğunu söyleyebilirim. En ufak durumda, kendimizi Batı'yla kıyaslama konumuna geçiyoruz. Bunun son yıllarda yeni iktidarın yeni değerleri ve düşünceleriyle birlikte dönüştüğünü de söylemek gerek.
Son olarak, serginizde Türkiye'nin sosyokültürel tarihini görmek mümkün. Sergiyi gezen bir genç, geçmişte kalanın yansımasını mı yoksa hâlâ yaşadığı bir sürecin öncesini mi görecek?
Söylediğin şeyin cevabını vererek bana geliyorlar, ''Hiç bitmemiş, yarın devam edecek,'' diyorlar. Çünkü biten bir şey yok. Benim orada söz konusu ettiğim ya da iletişim kurduğum her şeyin bir devamlılığı var. Ve aslında ileriye doğru düşündüğüm bir şey var. 68 kuşağından biri olarak çok genç arkadaşlarla bir workshop yapıp bunu tartışmak istiyorum. Öte yandan bu sergiyi 20'li yaşlarında çok genç iki küratör arkadaşla birlikte hazırladık. Burada her ne kadar benim işlerim olsa da onu ileriye götüren meseleyi bu şekilde okumaya açan son derece genç zihinler var. Bu yüzden sizin kurduğunuz iletişim geriye doğru bitmiş bir şeyi seyretmek olmayacak, önü açık bir şeyi seyretmek olacak.
Yeni yorum gönder