Hakan Günday: En sevdiğim kitabım AZ
Hakan Günday'la söyleşi: "En sevdiğim kitabım AZ"
Gül Korkmaz
2000 yılında çıkan “Kinyas ve Kayra” ile, Türkiye’de genç yazarların pek alışkın olmadığı, yoğun bir ilgi görmüştü Hakan Günday. Yıllar içinde ürettiklerinin arkası kesilmedi; o yoğun ilgi de günbegün arttı.
Bugün Türkiye’nin en çok okunan, en çok sevilen romancılarından biri olan Günday’ın, “en sevdiğim kitabım” dediği “AZ” geçen günlerde Doğan Kitap etiketiyle kitapçı raflarındaki yerini buldu. Biz de bunu fırsat bilip yazarla, yazarlık egosundan yazma tutkusuna, üslubundan kişisel yaşamına kadar pek çok başlığa değinen keyifli bir sohbet ettik.
İlk kitabınızı çok erken yaşta çıkardınız ve oldukça yoğun bir ilgi gördünüz. Ender rastlanan bir durum bu. Nasıl oluştu bu ilgi?
Evet ama bu ilgi zaman içinde oluştu. Yani ilk kitabımın yüz binler satması gibi bir durum söz konusu değil. İlk kitabımdan bu yana 11 yıl geçti ve zamanla, 11 yıl içinde gelişti bu ilgi.
Ama ilk çıktığı zaman da ilgi görmüştü Kinyas ve Kayra.
Tabii ki o zaman da dikkat çekmişti ama beni belki de daha çok etkileyen kısmı o kitabın bugün hâlâ duruyor olması.
İlk kitabınız olan Kinyas ve Kayra’yı Om Yayınevi’nden çıkarmıştınız ama sonra Doğan Kitap’a geçtiniz. Bu geçişin sebebi neydi?
Birtakım sıkıntılar vardı Om Yayınevi’nde, zaten sonrasında yayıncılığı bıraktı. Hâlbuki çok doğru kitaplar, çok yenilikçi kitaplar basmışlardı. Ama tabi zamanın ruhuyla ilgili bir durum bu. Yani sizin yayınladığınız kitaplar belki de o sırada okurlarınızı oluşturan insanların hayatlarında çok da yer etmeyecek bir zamana denk düşüyordur, onun için de beklediğiniz o ticari başarıyı yakalayamamış olabilirsiniz. Oysa bence çok doğru şeyler basıyorlardı.
Okur kitleniz oldukça genç insanlardan oluşuyor. Özel olarak hitap ettiğiniz bir hedef kitleniz var mı?
Hayır, hedef kitlem yok. Bu asla benim belirlediğim bir şey değil. Ama en azından şöyle söyleyebilirim, farkına vardım ki çoğunlukla bir özellik taşıyorlar. Yaşları ne olursa olsun, daha çok üretimle ilişkili olan kişiler oluyorlar ve kendileri de üretme heyecanını taşıyorlar. Farklı dallarda üretim yapıyorlar; müzik olabilir, sinema, roman ya da yazı olabilir. Yani çoğunlukla sanatsal üretimle ilişkili olduklarını düşünüyorum. Ve zaten beni mutlu eden de bu. Çünkü yazdığınız herhangi bir cümlenin daha sonra yazılacak bambaşka ve çok daha iyi cümlelere vesile olduğunu görmek insanı etkileyen bir etkileşim.
İletişim kuruyor musunuz okurlarınızla?
Çok yoğun değil ama tabi ki özellikle sanatla ilgili olan ürünlerini veya benzer başka konuları tartışmak üzere iletişime geçtiğimiz oluyor.
Sizce siz yaşlandıkça okur kitleniz de yaşlanacak mı? Yoksa hep genç kitlelere mi hitap edeceksiniz?
Yani… Şöyle söyleyeyim: Eserleri birden fazla olan ve hayranı olduğum birçok yazar var. Hayatları boyunca yazmış olan ve onlarla beraber yola çıktığım ama sonradan izlerini kaybettiğim birçok yazar da olmuştur. İzlerini kaybetmemin nedeni de çoğunlukla yazarın yazısının değişmiş olmasıdır, hikâyelerinin değişmiş olmasıdır… Bir süre gözden kaybedip sonra tekrar yakaladıklarım da olmuştur. Çünkü onun o kaybolduğu dönemde ben de ilerlemişimdir ve biz ilerde yeniden buluşmuşuzdur… Bu aslında bu hayatın bir dinamiği. Çünkü en nihayetinde bu bir yolculuk ve bu kitapların her biri farklı bir mola yeri. Ama bu mola yerlerinde her zaman buluşamayabilirsiniz. Aynı yerden başlamış olsa bile herkes farklı yönlere gidebilir veya belli bir dönemde kesişmiş olabilir. Dolayısıyla bu zamanla ve değişimle ilgili. Ama mesela Kinyas ve Kayra’yı seven ve onu gerçekten de kendi hikâyesi gibi özümsemiş olan birinin Malafa’yla pek ilgilenmediğini görüyorum.
Neden?
Arada bir fark olduğunu düşündüğü için, arada bir fark gördüğü için, bir başkalaşma olduğunu düşündüğü için ilgilenmiyor. Aynı şekilde Azil’den keyif alan biri Zargana’yla o kadar ilgilenmeyebilir. Ki normal olan da bu zaten. Ama yine de asgari olarak, siz bir tarzdan, bir Türkçe kullanım biçiminden etkileniyorsanız, o tarz size şehrin o günkü trafik durumunu da anlatsa okursunuz. Ben genelde böyle hayran oluyorum birilerine, o artık ne anlatsa etkileniyorum çünkü daha çok onun o dili kullanım biçimi ilgimi çekiyor. Yani belki de hikâyelerin geçici ama tarzın kalıcı olduğuna inanıyorum.
O tarzın içinde dünya görüşünüz veya gündelik yaşamınız da var mı?
Her şey aslında sayfaların içinde ve mürekkebe dökülmüş durumda. Onun haricindeki hiçbir şeyin de bir önemi yok. Orada anlaşılır ya da anlaşılmaz. Zaten sanatla ilgili herhangi bir ürünün özelliğidir bu. Üreticiyle ürün arasında ilişki bittiği anda yani eser tamamlandığında, o artık kopar ve gider. Sonrasında artık üreticinin ne yaptığı, hayatta olup olmadığı, hayatına hangi dilde ve nerede devam ettiği gibi şeylerin hiçbir önemi yok çünkü geriye sadece o eser her neyse o kalıyor. Ve üretici artık bizim açımızdan ilginç değil; o istediğini yapabilir.
Kitabın yazarı, kendisi kadar önemli değil diyorsunuz yani.
Evet çünkü sonrasında benim ne yaptığımın, nasıl yaşadığımın, nasıl göründüğümün hiçbir önemi yok. Zaten bunun bir önemi varsa o zaman o tarzda bir eksiklik var demektir. Kitaptan kafayı kaldırıp yazara bakılıyorsa, bu çok da doğru değildir. Ama tabi bu aynı zamanda oldukça insani bir durum. Ürününden çok etkilediğiniz bir insanın kendisiyle ilgilenme isteği doğal olarak gelişecektir. Çünkü en nihayetinde hiç tanımadığınız bir yazardır o ama okurken sizinle bir hayat geçirmiş gibi hissettiğiniz anlar olur. Dolayısıyla onu tanımak isteyebilirsiniz. Ama arada aslında koca bir mesafe olduğunu ve aslolanın ürün olduğunu hiç unutmamak lazım.
Peki, tam tersi de olmuyor mu? “Bunu ben yazdım” egosu eserin önüne geçmek istemiyor mu hiç? “Yazar egosu” diye bir şey var mı sizin için?
Yok, hayır. Çünkü dönüp baktığımda o kadar çok hata ve yanlışlıklar görüyorum ki yazdıklarımda, zaten dönüp de bakmak içimden gelmiyor. Dolayısıyla yazılmış olanla çok da ilişkim kalmıyor. Hatta bu sıkıntıyı atlatmak üzere “yeni ne yazabilirim”le, “yeni neyle ilgilenebilirim”le daha çok vakit geçiriyorum. Dolayısıyla öyle bir ego oluşmuyor; evimde o kitaplardan bir koltuk yapmış değilim ki üstüne oturayım ve orada kalayım. Bilakis onları pek görmemeye ve onlarla pek ilgilenmemeye çalışarak, yeni bir şey yaparak iyileştirebilir insan kendini bu konuda. Yaptıklarının aslında hiç de sandığı kadar, o an yaparken hissettiği kadar iyi olmadığını gördüğü zaman daha iyi yapmaya çalışır. Bütün bunların arasında bir ego sahibi olmaya da ne vakit, ne de yer kalıyor tabi ki.
Bilinen anlamının biraz dışında da olsa genellikle sizin yazdıklarınız için “yeraltı edebiyatı” deniliyor. Siz memnun musunuz bu tanımdan? Ve bu tarzın dışına çıkmayı düşünüyor musunuz?
Şöyle bir şey var. Bir kere ben böyle bir edebiyat türünü tanımıyorum. Ben yazarlar biliyorum, Bukowski’yi biliyorum, Boris Vian’ı biliyorum, Neil Gaiman’ı biliyorum… Ve bu isimlerin yan yana gelince pek de benzer noktalarını göremiyorum. Göremediğim için de onların hepsini tek bir şemsiye altında toplayıp o şemsiyeye de “yeraltı edebiyatı” diyemiyorum. Bu pek mümkün değil. Ama eğer bu işin tüccarı olsaydım, evimde veya dükkanımda kitaplar olsaydı ve onları satmak isteseydim, o şemsiyenin altında toplardım ve onları pazarlamaya çalışırdım hâliyle. Dolayısıyla, ben bunu sadece benimle ilgili olmayan bir olgu olarak, bir tüccar olgusu olarak kabul ediyorum.
Yani yeraltı edebiyatıyla ilgili aklınızda ne varsa bunun haricine çıkabilir miyim bilmiyorum, bunun sebebi de herhalde bu üslubun, bu yazım biçiminin şimdilik değişebilme ihtimalinin olmadığını düşünmem.Yani dünyanın en huzurlu ve mutlu hikayesini anlatmaya da çalışsam, benim anlattığım o mutluluğun bir gölgesi gibi görünür. Yani dünyanın en mutlu ailesinin en fazla gölgesini anlatırım ben. Ve gölgeler biliyorsunuz gerçekten daha koyu olur.
Buradan sizin karakterlerinize geçelim. Kitaplarınızdaki karakterler, ağır bir argo kullanıyorlar. Nasıl oluyor da bu kadar farklı kesimlerin argolarına hakim olabiliyorsunuz? Karakterlerinizi nasıl konuşturuyorsunuz?
Bahsettiğiniz ağır argo belki Ziyan’da da biraz var ama esas olarak Malafa’da var. Malafa bir mesleğin içinde geçen bir roman, dolayısıyla o meslek terminolojisini kullanmanız gerekiyor. Ve yine dolayısıyla aslında kullanılan kelimenin seçimini hikâyenin kendisi yapıyor. Neyi anlatmak istiyorsa o dilin kullanılması gerekiyor. Malafa, fonunda kuyumculuk mesleği olan ve oradan yola çıkarak dünyayı, insan ilişkilerini anlamaya çalışan bir roman olduğu için, mecburen orada o mesleğin kelimelerini kullanıyorsunuz. Ve o mesleğin kelimeleri de zaten orada, bunları biraz araştırarak, biraz tanıklık ederek kurmak mümkün. Yani en nihayetinde hikâyedir onu belirleyen. Hikâye karar verir kimin nasıl konuşacağına.
Hikâyeyi nasıl oluşturuyorsunuz? Önce bütün hikâyeyi kafanızda oluşturup, bazı noktaları belirleyip sonra mı başlıyorsunuz yazmaya? Yoksa sadece başlıyorsunuz ve gerisi sonra mı geliyor?
Önce başlangıcı geliyor. Önce o başlangıçla ilgili prensipleri bulmaya çalışıyorum. Ondan önce de başlığı olan kelimeyle başlıyor her şey. Yani önce o tek kelime ve o kelimenin düşündürdüğü her şey. Ve o başlangıç dediğim bölümde konu üzerine düşünüyorum. Sonrasında artık her şey yazarken geliyor. Yani yola çıkarken yanına alacağın şeylerin listesini yapıyorsun. Onları arabaya koyuyorsun, yola nereden çıkacağını biliyorsun ama nereye gideceğini bilmiyorsun.
Son kitabınıza gelelim. Sizin ağzınızdan AZ’ı dinlemek isterim...
Öncelikle çok fazla karşılaşmanın olduğu bir hikâye. Sonrasında, çok farklı çevrelerden iki insanın merkezinde olduğu bütün bu hikâyenin, aslında başlığı olan “az” kelimesiyle özetlenebileceği bir kitap. Çünkü az iki harflik bir kelime. Biri alfabenin başında diğeri sonunda bu harflerin ve bunlar Türkçede bir araya gelip okunabiliyorlar. Bir araya gelebilmek için de bütün o alfabeyi parçalayıp aralarından geçmeleri gerek ama Türkçe’de bu oluyor. A ve Z bir araya gelip aralarındaki alfabeyi umursamayarak bir ses çıkarabiliyorlar. Bir kelime oluyorlar, bir anlam kazanıyorlar. Ve işte bu roman da o A ve Z’nin romanı.
Peki AZ ile ne söylüyorsunuz okura? Ya da genelleştirip şöyle soralım: Edebiyatınızın misyonu var mı?
Edebiyatın misyonu bir hikâye anlatmaktır. Edebiyat bir hikâye anlatma tekniğidir. O hikâyeyle ne anlatacağın tamamen şahsa kalmış bir şey. O edebiyatın misyonu değil kişilerin misyonu olabilir ancak. Yazarların misyonu olur, yazarlar teker teker misyon sahibi olabilirler. Bazılarının da olmaz. Ama benim bugüne kadar yazdıklarıma baktığın zaman aslında meselenin daha çok hikâye anlatmak olduğunu görebilirsin. Bu bir misyonsa, benimki daha çok hikâye anlatmak. Çünkü ben okuyucuya aslında elimden geldiğince, bir sahneyi anlatıyorum. Ve farklı insan ilişkileri arasındaki dinamikleri anlatmaya çalışıyorum. Benim ilk amacım bir hikâye anlatmak, o hikâyeden sonrasında ne çıkar, o okuyanı ilgilendirir.
Hikâyeleriniz hep gerçeğe dokunuyor. Gerçekliği önemsiyorsunuz değil mi?
Bu ister istemez yaptığım bir şey. İster istemez, seçtiğim hikâyelerden dolayı yaptığım bir şey. Ama ne yazarsanız yazın mutlaka gerçeklik olacaktır çünkü insanın olduğu yerde, dört duvar arasında da olsa, iki gezegenin arasında da olsa, uzay boşluğunda da olsa, insan ilişkileri daima aynı kalır. Çünkü ilişkilerdeki dinamikler hemen hemen hiçbir zaman değişmez. Dolayısıyla ne yaparsanız yapın, gerçeğe dokunursunuz.
Kimleri okuyorsunuz?
Şu aralar kimleri okuyorum onu söyleyebilirim. Ha tabi döne döne okuduğum “Gecenin Sonuna Yolculuk” var, tabi ki Oğuz Atay var, Hermann Hesse var, Sabahattin Ali var. Şimdi Hakan Bıçakcı’nın son romanını okuyorum. Bir de elimden geldiğince yeni çıkan her şeyi takip etmeye çalışıyorum.
Bu dönemin yazarlarından yeni bir şey yapsa da okusak diye merakla beklediğiniz kimler var?
Çok var. Yekta Kopan var, Murat Menteş var, Murat Uyurkulak var, Alper Canıgüz var, Emrah Serbes var. Bu isimlerin her zaman her şeyi yazabilecek kişiler olduklarını düşünüyorum ve dolayısıyla bir sonraki adımlarını tahmin etmek mümkün olmadığı için, ne kadar güzel ki, şaşırmaya açık bir şekilde her birini keyifle okuyabilirsin ve meraklanabilirsin ne yazacaklar şimdi diye.
Kitabı Nevzat Çelik’e ithaf etmişsiniz? Özel bir sebebi var mı?
Evet var tabi. Öncelikle Om Yayınları’nın editörüyken Kinyas ve Kayra’yı kabul eden ve ‘bu iyi bir kitap olabilir , yayınlanabilir’ diyen insan olduğu için ve her şey böyle başladığı için… Sonrasında kendisinden yazı dünyasına dair, yazıya dair çok fazla şey öğrendiğim için… Ve onun şiirinin, yazısının, hayata bakışının bir hayranı olduğum için, üslubundaki her şeye hayran olduğum için… Ve kitabın adı AZ olduğu için ve onun da “çok olmadığımız kesin” diye başlayan bir şiiri olduğu için.
Peki, en sevdiğiniz kitabınız hangisi?
AZ tabii ki, son kitabım.
Hep böyle mi oldu, hep son kitabınız mı oldu en sevdiğiniz kitabınız?
Evet çünkü bu bir illüzyon. Son yaptığının en iyi olduğuna inancın olduğun için zaten ilk başta onu yapmıyorsun. Dolayısıyla şu aralar bu, ama sonra diğerleri gelecektir.
Yazar olmasaydınız ne olurdunuz?
Eğer ilk romanım kabul edilmeseydi muhtemelen daha fazla diretmezdim. Çünkü zaten evvelden yapmayı düşündüğüm bir iş değildi bu. Zaten sürekli yazmak gibi bir alışkanlığım yoktu. Dolayısıyla diretmezdim ve okula dönerdim ve okulda ne yapabileceğime bakardım.
Çok tutkulu değilmişsiniz gibi görünüyor yazmak konusunda?
Öyle başlamadı en azından. Sonrasında yavaş yavaş o hâle geldi. Yani bunları sadece hayal etmek mümkün. Ama sonrasında artık bir somutluk kazanıyor ve onun peşinde artık o somutluğa, o kelimelere, cümlelere, onun seline kapıldığınızı fark ediyorsunuz. Zaman içinde o tutku gelişiyor ve belki de daha kalıcı olan o oluyor. Yani ilk görüşte aşk değil ama sonrasnda yavaş yavaş sevmek, herhalde işi daha farklı bir hâle getiriyor.
Peki şimdi kitap yazmanız gerektiği için mi yazıyorsunuz yoksa artık hayatınızın değişmez bir parçası oldu mu yazmak?
Evet oldu. Artık başka türlü düşünemiyorsun bir süre sonra. Ve aslında bundan da çok memnun oluyorsun. Artık bir hikâye anlatıcısı olarak nefes alıp veriyorsun.
diyebilirsin ki, bir insanı,fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsiniz? haklısınız belkide çok AZ! hakan gündayı çok az tanıyorum.tüm kitaplarını bir solukta okuyacak kadar az.anlatım tarzı ve farkıyla her eserinde farklı bir boyuta geçiyorsunuz.edebiyat dünyasının kazandığı farklı bir yazar.yüreğine ve emeğine sağlık. yeni eserini iple çekiyorum.
yorumlari okudum da herkes ne kadar da sig ve bos ve kiskanc... hakan gunday bence gunumuz genc yazarlari arasinda tartismasiz en yetenekli kalemlerden biri... begenmeyenler tuna kiremitci okusun, cunku anca o sumsuk romantizmden anlarlar...
sayın Günday, AZ isimli romanında hayatın dışına atılmış iki insanı birbirine bağlıyor. peki bunu ne kadar gerçeğe uygun yapıyor? gerçeklikten kastım, nedenlere, nedenlerden kastım ise rastlantısal olmayan bir olay örgüsüne bağlı kalmak. her şeyden önce baş kahramanların isimlerindeki benzerlik, dilin kullanımıyla ilgili yapılmış hoş bir dokunuş sayılsa da, kitap ilerledikçe sürekli rastlantı sonucu her şeyin birbirine bağlanması benim çok hoşuma gitmedi( belki de bazı şeylerin bağlantısız kopuk gibi durduğu haliyle bir bütünün bizden uzak parçalarını oluşturabiliyor olma düşüncesi hoşuma gittiği içindir). fakat kolay, akıcı, sürükleyici bir kitap, bitirmeden rahat edemeyeceğiniz türden. belki de yazar rastlantılara o yüzden bu kadar bel bağlamıştır, çünkü ben bir süre sonra acaba bugün kimin kimle bağlantılı olduğunu öğreneceğim diye bekler olmuştum. umarım böyle bir sebepten değil de ( bu sebep içinde ticari amaçlar taşır çünkü.), umarım sırf kendi yazma şeklini ortaya çıkarmak için böyle yazmıştır sayın Günday. ve de arka arkaya bu kadar çok kitap çıkarabilmesi hayal gücünü geçtim, üslubunu ayarlamak açısından bile çok zor olduğu halde başarabilmiş olmasını takdir ediyorum. insanlar yazmaya başladıklarında durdurulmamalıdırlar..
Hakan günday'ı son romanı olan Az ile birlikte tanıdım. Ardından bu romanının başarısız olduğu, yazarın şımardığını söyleyen çok sayıda kişiyle karşılaştım ve hepsi önceki kitaplarının daha iyi olduklarını söylediler. Diğer kitaplarını da okudum ancak AZ kadar etkileyici bir kitabının olmadığı kanaatine vardım.
Hakan Günday bir romanın başarılı olmasını, bir saniye için gerçek olduğuna inandırması koşuluna bağlıyor. Az bana gerçek gelmedi, Derda gerçek gelmedi, acısı gerçek gelmedi. Az okuduğum Hakan Günday romanlarının içindeki tek başarısız kitaptı.
Teşekkürler Hakan Günday, çok beğendim Az'ı...
Şunu kabul etmeliyiz. Tam bir pazarlama harikası. Doğan Kitap büyük bir yayınevi olduğunu bir kez daha gösterdi. Romanda hiçbir şey yok demek haksızlık olur ama, o kadar da ÇOK değil... Vasati kırk çöp misali, azıcık roman işte. O kadar...
Yazar adayı (Hakan Günday) çok konuşuyor, geveze bir yazar ve çok aceleci. Esinden yana şansı yok ama yazarlık bir iş değil ki sürekli yazılsın. Yavaş.. Sakin.. Kaçmıyor edebiyat dünyası.
Her kitabında ayrı bişey vardı,ayrı bir dünya.Azille Kinyası ne kadar birbirlerine benzettilerse de hayır onlar tamamen farklılardı.Kimse bir diğerine öylesine benzemez,benzeyemez.Adamın kitapları iyi,adam karakterlerine nefes alıp verdirebiliyor,adam onların yaşayan şeyler olduklarını düşündürebiliyor.Benim gayet kanıma işledi,zihnime çöktü kararkterlerin hissettikleri,yaşadıkları.Yok Hakan se çok zaman kaybetme,git beslen,bir kaynak keşfet kendine yen,yeniden yazmaya başka yenisini.Durma!
Bence kitap yazarın en başarısız kitabıydı. Şu yazı da bunu doğruluyor zaten. http://kitapzamani.zaman.com.tr/kitapzamani/newsDetail_getNewsById.actio...
Yeni roman yazmak için AZ daha bekleyeydin be Hakan Beyciğim
Yazmaktan vazgeçme Hakan Kardeş. Başarılarının devamı dileğiyle, Ontario'dan sevgiler.
Varol Karslıoğlu
Yeni yorum gönder