Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Kültürel gerilla hareketi


MonoKL İLE SÖYLEŞİ: KÜLTÜREL GERİLLA HAREKETİ 

DİDEM ÇELİK

Yayıncılık sektörüne henüz adım atan MonoKL ile yayıncılığa nasıl adım attıklarından, bir jest olarak felsefenin ülkemizde nasıl oluşacağına kadar pek çok konuyu konuştuk. MonoKL Genel yayın yönetmeni Volkan Çelebi, yayın takviminleri ile felsefe ve edebiyata dair notlarını paylaştı.

 

 

 

 

 

MonoKL önce dergi ardından yayınevi olarak nasıl ortaya çıktı? Yaratılış hikâyesini anlatır mısınız?

 

 

Monokl Dergisi’nin temelleri 2005 yılının sonlarında atıldı. Hepsi de öğrenci olan şair, felsefeci ve öykücülerden oluşan bir topluluk olarak 2006 yılının Haziran ayında derginin ilk sayısını çıkardık. Manifesto temalı bu sayının ardından sırasıyla Patafizik Koleji, Işık, Görsel Şiir, Unutuş gibi konuları işledik. Blanchot temalı sayımızı takip eden diğer sayılarda uluslararası ve özgün katılımlarla Hegel, Lacan, Levinas ve Jean-Luc Nancy Uluslararası Özel Sayıları’nı çıkardık. 2008 yılından beridir de bu sayıların her biri için büyük çapta uluslararası konferanslar gerçekleştirdik. Levinas sayısıyla birlikte Türkçe (Levinas ile Karşılaşmalar) ve Yabancı (Reflections on Levinas) olmak üzere iki ayrı cilt halinde dergiyi ansiklopedi boyutlarında yayımladık. Şu an dergi tarafında, Nancy sayısının yabancı versiyonu ile Deleuze’ün Türkçe ve Yabancı versiyonlarının ciltlerini hazırlamakla meşgulüz.

 

 

 

 

 

"MonoKL Dergisi bir yazı deneyimi"

 

 

 

 

MonoKL (Mono Kurgusuz Labirent) Dergisi her şeyden önce bir “yazı deneyimi” ve bu deneyimin etrafındaki bir “dostluk arayışı” olarak başladı. Ardından bir ortaklık, bir toplaşma ve bir düşünce tutkusu olarak devindi; etkinlik halinde uluslararası bir fikir gövdesi haline geldi. Yayın Kurulu’nun yanısıra oluşturduğumuz ve içinde Jean-Luc Nancy, Alain Badiou, Ahmet Soysal, Joan Copjec, Kenneth R. Westphal, Rene Major ve Danielle Cohen-Levinas gibi önemli filozof ve düşünürlerin bulunduğu Onur Kurulu’muz da bu uluslararasılığın ve canlılığın önemli bir boyutu…

 

 

 

Dergi olayı, 2010 Ekim’inde Jean-Luc Nancy’nin bizzat katıldığı “Demokrasi Fikri” konferansı ile bir yayınevi olayına da dönüştü. Bu konferansta, ilk yayınlarımız olarak, Jean-Luc Nancy’nin Demokrasinin Hakikati ve Ahmet Soysal’ın Mini-Etika adlı kitaplarını okuyucuya sunduk.

 

 

Derginin bir projesi olarak kurulan Monokl Yayınları, derginin kuruluş temelleri, ilgileri, yerel ve uluslararası ilişkileri kapsamında bir yayın programı izliyor. Yayınevinin en önemli ve ayrıksı özelliği temel yapıtları ve metinleri çevirme tasasını taşıması.

 

 

İlk iki kitabımızdan sonra şu ana kadar felsefe alanında Lyotard’ın Pagan Eğitimler’ini; Ahmet Soysal Birlikte ve Başka I-II’sini; Jean-Luc Nancy’nin Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik’ini; Alain Badiou’nun Tarihin Uyanışı, Sonlu ve Sonsuz, Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişki, ve yine Alain Badiou’nun Barbara Cassin ile birlikte yazdığı Heidegger. Nazizm, Kadınlar, Felsefe kitaplarını; Agamben’in Dünyevileştirmelerini, Levinas’ın Maurice Blanchot Üstünesini, Michel Henry’nin Marx’a Göre Sosyalizm’ini yayımladık.

 

 

 

 

 

 

Felsefe alanında bundan sonra yayımlayacağımız kitapların ayrıntılı bir listesine blogasiri.monokl.net adresinden ulaşılabilir. Ayrıca anlatı/deneme alanında Thomas de Quincey’in Immanuel Kant’ın Son Günleri adlı yapıtını; edebiyat alanında başlattığımız “Başka Dünyalar” serisinde ise Arthur Machen’in Tanrı Pan, En Derindeki Işık; Marguerite Duras’nın Yıkmak Diyor Kadın; Herve Le Tellier’nin Bar Sonatları ve son olarak Sheckley, Asimov, Doyle ve Clarke’ın öykülerinden oluşan Yamuk Bakan Öyküler kitaplarını yayımladık. Başka Dünyalar serisinin Kafkaesk ve Borgesvari bir güzergahta, karanlık kurmaca, bilim-kurgu ve büyüsel gerçekçilik alanlarına odaklanarak kendine hayli özgün bir yer açacağını düşünüyoruz. Bu seride Haziran ayına kadar 20 kitap daha yayımlamayı planlıyoruz.

 

Yayınevinde kitapları, başından sonuna kadar bütün süreçlerinde Murat Erşen ile birlikte hazırlıyoruz. Ve elbette editoryal süreçte başka bir çok insanın da katkısı oluyor.

 

 

 

 

"Entellektüel küme ile aramızda ruh uyumsuzluğu var"

 

 

 

 

 

Mono Kurgusuz Labirent nedir, anlatır mısınız?

 

MonoKL tek göze takılan çerçeveli gözlük anlamına geliyor. Aynı zamanda bir kısaltma olarak bu ismi kullanıyoruz. Onu sihirli mercek olarak adlandırdığımız da olmuştu. Mono Kurgusuz Labirent; Kurgusuz oluşunda her türden kurgusallığa ve önceden-belirlenmişliğe, bir anlamıyla yazgıya direnen bir yaşamsallığı, yaşamla yenilenmeyi, sürprizleri ve ani şaşkınlıkları ifade ediyor. Bu yönüyle hayalin en yüksek yazınsal biçimi olan edebiyata karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

 

 

Labirent ise kurma, inşa etme, çizme, tasarlama, dönüşleri, kıvrımları konumlandırma, bütünsel bir fikre beden ve ruh kazandırma, bir temel atma anlamına geliyor. Sadece dikey değil, yatay bir temel atım hareketinden, düşünsel olduğu kadar varoluşsal bir yaşama geçme halinden bahsediyoruz. Aslında temeller atmaktan, bir malzemeler zenginliğinden, daha açık bir deyişle yeni fikirler üretme jestinden ve bu jestle yaşamaktan söz ediyoruz. Bu yönüyle Labirent’in felsefe ile yaşamsal bir yakınlık olduğunu düşünebiliriz. Mono ise, hayali ve edebiyatı temsil eden monokl takılı gözümüzle, gerçeğin bedenini ve felsefenin ruhunu temsil eden çıplak gözümüzün bir yan yana gelmesini, birbirlerini beslemelerini ve hem bir gerilim hem de bir yaratım içerisinde birlikte-varolmalarını anlatıyor.

 

 

 

 

Manifestonuzda "kültürel gerilla hareketinden" bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

 

 

MonoKL içinde yaşam bulmaya çalıştığı (kültürel) mekan ve zaman ile ciddi bir bozuşma ve mücadele içerisinde. İlk başlarda dergiyi çıkarırken de, şimdi kitapları yayımlarken de, sadece okuyucular ile değil baskın entelektüel kümelenme ile de aramızda bir ruh uyumsuzluğu, karanlık bir mesafelenme var. Bu mesafenin, bu uyumsuzluğun kendimiz ile kendimiz arasında da var olduğunu söylemeden edemeyiz. Bu uyumsuzluk, bizim ile insanlar arasında, buradakiler ile oradakiler arasındaki bir uyuşmazlıktan daha farklı bir şey belki de; bizzat gerçekliğin kendisine, yüzeyin üzerinde yoğunlaşan güçlerin şiddetine ve bayağılığına karşı bir hareketin doğum yeri belki de…

 

 

Bu mesafeyi bir güçler oyunu şeklinde değil de, bir fikrin zamanı ile gündelik gerçeği zamanı arasındaki uçurum olarak ya da kabaca düşünen, hayal eden ruh ile gerçekliğe ve gündelik pratiğin çıkar çatışmalarına maruz kalan beden arasındaki uzaklık olarak ele alırsak; fikir ve hayal olan ruh adına gerçekliğin delinmesi ve şiddet düzeninde gedikler açılması durumundan söz etmemiz gerekir. Biz bunlara yaşama, nefeslenme, durup düşünme ve hayal etme delikleri diyebiliriz. Bu delikleri bir yaşam estetiği kurmanın ötesinde, yaşamın tüketici gündelik akışından bir şeyleri tutup kapmak ve onları hissiyata ve fikriyata dönüştürmek olarak, bir dinginleş-tir-me olarak, ve tam tersi bir yolla bu fikirlerin ve hislerin de başka bir coğrafya ve başka bir tarih kurabilmek adına yaşama durumlarına aktarılması, başka türlü bir devinim anlayışı yaratma, olarak anlayabiliriz.

 

 

Bu durumda kısaca bu kültürel gerilla hareketi, kendisi de gerçekliğin parçası olmak durumunda olduğundan ilkin kendisine karşı, sonra da tüm gerçekliğe ve onun düşünmeyi ve hayal etmeyi yasaklayan kapitalist pragmatiklerine karşıdır. Biz burada henüz kaçınamadığımız “şiddet” boyutunu, bir yadsıma (vurma) ve ötesini isteme (kaçma) anlamında yaratıcı ve üretici bir sürece, yaşamsal bir yazıya dönüştürmenin derdini taşıyoruz. Bu dert-taşıma, fikir ve his üretme ile bu üretim sürecini “yaşamsal pratiklere” aktarma halini birlikte var etmek durumunda.

 

 

 

 

 

 

 

 

"Felsefeye kazandırılacak beden, bir ruha can vermektir"

 

 

 

 

 

 

Benim de edindiğim ve beğendiğim felsefe serisine başladınız ve bunu "felsefeye bir beden kazandırmak" olarak açıklıyorsunuz. Neden böyle bir seri ile başlama gereği duydunuz? Amacınız hangi açığı kapatmak? Kısaca neden felsefe?

 

 

Bu coğrafyada yazı eylemi ile ve daha temelde fikir ile olan ilişkimizin çok sıkıntılı olduğunu söyleyerek başlayalım. Bir fikir mimarisi kurma, bu ülkenin bir medeniyet kurabilme yolunda en önemli eksiği. Bizim, edebiyatla ve daha önemlisi şiirle kurduğumuz ilişkilerin yaşamla kurduğumuz ilişkilerden beslendiğini, o anlamda şiir ile kurulan ilişkinin kökensel olduğunu söyleyebiliriz. Felsefeye geldiğimizde ise bunu söylemek noktasında değiliz. Felsefe tarihinin temel yapıtlarının Türkçe’ye sistematik bir yaklaşımla kazandırılmamış olmaması bir yanda, akademilerimizin içinde olduğu yaratım ve üretimden uzak sosyal, teorik ve politik söylemleri yalnızca “aktarma” halleri öbür yanda ciddi bir fikri karanlık içerisindeyiz.

 

 

Felsefeye beden kazandırmak, yaşamı tutmak ve yaşam tarafından tutulmaya izin vermektir. Yaşamı üreteceğimiz kavramlarla, bize öğretilen ve aktarılandan başka türlü tutmak; bu kavramların yakınlarındaki hissiyatları da taşıyarak başka türlü yaşama duyarlılıkları edinmektir.

 

 

Felsefe, kavramların karanlık ve kuru karanlığı/krallığı olmaktan çıkması gereken bir zamanla çevrili olduğunu fark etmek ve mücadeleye katılmak, hakikatin sadık ve etkin bir aygıtı olmak zorundadır. Kapitalist sistemin, yarattığı ve yürürlüğe koyduğu tüm eşitsizlikler, etiksizlikler, hep-hazlılıklar, düşüncesizlikler ve estetize edilmiş hissiz öznesizlikler karşısında, “felsefe” yalnızca üniversite odalarında varolacağı bir kaçış uzamında kalamaz artık.

 

 

Buluşmalarla, dostluklarla, temas etmelerle, her yanımızı kaplayan ve bizi de teslim alan şiddeti; yeni içsel, düşünsel ve hissi yaşamsallıklara çevirerek sisteme karşı döndürmeyi ve yaşama pratiklerini kökenlerinde yıkmayı ve yaratmayı zamanımızda ona verilmiş bir görev addetmelidir felsefe. Bu, hiçbir şekilde gündelik politik uzamın, gündelik şiddetlerin ya da çıkarların ortasında ya da sağında, solunda bir yerlerde konumlanmak değildir; bu bütün bunların dışında yüksek sesle, yüksek bir heyecanla ve umutla, başka bir yerlerden seslenmeyi ve başka bir yerlerden yaşamlar getirmeyi “sabırla” sürdürmektir…

 

 

Felsefeye kazandırılacak beden, bir ruha can vermek anlamına geliyor. Monokl olarak filozofların yapıtlarını, bir yanıyla Batı’daki yaşamın birer sonucu olarak da görülebilecek bu insanların yapıtlarını, çevirmekle bir fikirsel jestin nasıl anlamlandığını, nasıl yaşam kazandığını gözlemliyoruz. Filozofların temel yapıtlarından oluşacak felsefe serimiz, kuvvetli ve şiddetli bir gerçeklik akışı içerisinde kaybolan insanları “bir an için” bile olsa bu gerçekliğin dışına çekebilirse, ilk amacımıza ulaşmış olacağız: o da bir an için durmak, düşünmek ve hayal etmektir. Ve belki de bu an, sonsuz önemsiz ve kayıp anın içerisinde, gerçek bir başlangıç anı olacaktır.

 

 

 

 

 

 

Burada her türlü içerik tartışmasını bir kenara bırakmamız gereken bir ana dikkatimizi vermeliyiz: o an, bir fikrin yaşamsal jestidir, bir fikrin biçimsel temelidir, bütün fikirlerin temeli atan temel-atma jestidir. Jean-Luc Nancy ya da Alain Badiou konuğumuz olarak İstanbul’a geldiğinde, onların yüzünde, yürüyüşünde, seslenişinde, gülümseme ya da hüznünde bir fikirsel jestin, ya dilerseniz duruşun diyelim, izleri durmaksızın bize kendisini sunar.

 

 

Bir filozofun yapıtlarına can veren bu bedensel ve ruhsal jest, düşünce ve yaşam için, insan için duyulan yaratıcı tutkudur. Bizim bu karşılaşmalarla elde ettiğimiz bu büyük deneyimi, insansı dokunuş, yazının imkanları ve düşüncenin ufukları ile birlikte ele aldığımızda bir fikirsel mimari üretmenin ilk kıvılcımlarını var etmiş oluyoruz. Bu kıvılcımların, kendi yaşamımızdan, Batı’dan farklı düşünsel ve duygusal temeller barındıran yaşamımızdan alacakları ile yeni bir felsefe ortaya çıkarabilme, yeni bir düşünsel ateş yakabilme ve bu karanlıklarda (fikrin) etrafına insanları toplayabilme, onları buluşturabilme potansiyeli üzerinde duruyoruz.

 

 

Bu potansiyeli gerçeğe dökebilmek için uzun bir zamana ihtiyacımız olacak. Felsefenin fikir olarak değil, bir yaşam olarak da anlam kazanacağı bir düzlemin oluşturulabilmesi için Türkçe hayati önemde. Türkçe yazma ve düşünme pratiği olmaksızın, bu coğrafya ve bu tarihin yazı, fikir ve hayal olarak üretilmesi ve bu üretimlerin yaşama geri verilmesi olmaksızın bir felsefeyi var edemeyiz.

 

 

 

MonoKL'in yayın takviminde neler var?

 

Şu an yayımlanmış 17 kitabımız var. Haziran sonuna kadar 20’si edebiyat olmak üzere toplamda 60 kitaba ulaşmayı hedefliyoruz. Yapıtlarını yayımlayacağımız ve yayımlamaya devam edeceğimiz filozoflar arasında Alain Badiou, Emmanuel Levinas, Jean-Luc Nancy, Michel Henry, Jacques Derrida, Georges Canguilhem, Jacques Lacan, Giorgio Agamben, Jean-Luc Marion, Pierre Bourdieu, Felix Guattari, Maurice Blanchot, Georges Bataille, Dionys Mascolo, Joan Copjec, Jacques Ranciere, Peter Sloterdijk, Serge Lesourd, Vladimir Jankelevitch ve François Lyotard bulunuyor. Edebiyat alanında ise Peter Ackroyd, Christian Bobin, Herve Le Tellier ve daha başka bir çok başka önemli yazarın kitaplarını yayımlayacağız.

 

 

 

 

Alain Badiou'dan başka hangi isimleri getirmeyi planlıyorsunuz?

 

 

Monokl, 2008 yılından bu yana 5 tane uluslararası konferans gerçekleştirdi. Dergileri ve kitapları, düşünce ve hayal aygıtı olan yazıyı piyasanın finansal mekanizmalarına maruz kalarak insanlara ulaştırmaya, dağıtmaya çalışmak, bizim kendimizle birlikte, okurumuzu da yaratmak, ondan öğrenmek ve ona işaret etmek olarak adlandırabileceğimiz süreç açısından tam sağlıklı ve etkin işleyemiyor. Elbette nitelikli eser üretimi ve nitelikli okuyucu meselesi de apayrı bir sorun.

 

 

 

 

 

 

 

Bu noktada sadece “üstten” bir kitap bırakma ve okuyucunun yapıtı bir kitaplar karmaşası içinde bulmasını beklemek yerine; yaptığımız önemli etkinliklerle de okuyucularla yüz yüze buluşma, iletişim kurma ve onlara sözümüzü sunma ve bu şekilde doğal ve sahici bir güzergah inşa etme yönünde çabalarımız var diyelim. Bu farklı güzergahı olanaklı kılan filozof katılımlı etkinliklerimizi de kapsamları ve etkileri genişleyecek bir şekilde sürdüreceğiz. Avrupa’nın fikir uzamında kendine güncel bir yer edinmiş Monokl’un, bu güncelliği kendi gündemini de yaratacak şekilde büyüttüğüne tanıklık edeceğiz önümüzdeki aylarda.

 

 

 

 

 

"Yaşam,  her zaman yeniden keşfedilmeye ihtiyaç duyar"

 

 

 

 

 

Kendi felsefe dilimizi oluşturmamız gerekiyor demişsiniz; sizce bu nasıl gerçekleşir?

 

Bu, öncelikle yazı ile yaşamsal ve ciddi bir ilişki kurmayı gerektiriyor. Bir dil oluşturmak için felsefe açısından en azından temel bir külliyatın önümüzde bulunuyor olması mecburi. Bu anlamda bir sistematik iç-görünün eşlik ettiğini çeviri etkinliğinin sürdürülmesi ve ilişkilerin derinleşirken aynı zamanda genişlediği bir yazısal devinimin tutturulması önem kazanıyor. Bu bir kopukluk içinde yürütülemeyecek, bir isyanın kuru şiddetine sığdırılamayacak kadar eş-zamanlı ve başka-zamanlı yürütülmesi gereken bir oluşturma/kurma çabası.

 

 

Birçok değişkenin yeniden ve yeniden incelenmesini, sabırlı ve emek yoğun bir çalışma sürecinde yan yana gelmeyecek deneyimlerin birlikte-var edilmesini, ve bu deneyimlerin “yazma ve yapma” edimlerine çevrilmesini kapsıyor. Bu bir yanıyla estetik bir yan yana getirme haliyken, aynı zamanda düşüncenin mevcut yaşam karşısında, onun sınırlarında bir malzeme biriktirmesini anlatıyor. Bu malzemeye ad koymak dille iş görmeye başlamak demek; ama bu iş görmeyi yaşama geri iade ettiğimiz durumda ancak kavramlarımızın bir hayatı olur.

 

 

Yaşama iade etmediğimiz, etkinlik halinde yaşamaya çevirmediğimiz hiçbir düşünce bir fikir oluşturmaya, bir felsefe var etmeye yeterli gelmez. Kavramları yaşamsal malzemeden çekip çıkarıp, onları biriktirip, yoğunlaştırıp yazmamız, yaşama yeniden-sunmamız ve böylece yeni bir yaşam deneyimini adlandırmamız gerekiyor. Bu kavramsallığın yaratımı, yaşamla bir ilişki kurmaya, ama onu düşünenin ya da yaratanın kendi konumu açısından da değiştirmeye ve dönüştürmeye hizmet eder. Yaşama iade etmek, yaşamı hep yaşar halde tutmak için, onu ölmüş biçimlere ve temsillere indirgememek için, ondaki başkalıkları düşünülür ve hissedilir kılmak demektir. Yaşam bile her zaman yeniden keşfedilmeye ihtiyaç duyar.

 

 

 

 

 

"Bir yasa öğretmekten ziyade başka yaşamın-temelini atmak..."

 

 

 


Felsefenin hem fiziksel hem düşünsel bir jest olduğunu söylüyorsunuz. Sözlerinize katılmamak mümkün değil. Sizce Türkiye, bu anlamda bir jest geliştirebilecek mi?



Şunu demek gerekiyor belki de: Filozoflar İstanbul’a konferanslar için geldiklerinde, buradaki heyecanlı akıştan, akışkan ve dalgalı duygu durumlarından, düşünsel tutkunun doğasından etkilendiler. Batı’da varolmayan bir yaşam buralarda kök salmış, bütün sorun bu çok derinlerdeki, bu büyük düzlüklerdeki kökleri tutabilme edimini/yeteneğini, onları gövdelerine ve dallarına kadar takip edebilmeyi, bu yabancılıklara sabırla ve özenle yaklaşmayı ve o kökleri kökensel bir hayal etme ve düşünme dünyasına taşımayı istemekte ilkin.

 

 

 

 

 

 

Sonra da bu isteği, buralarda açıklıkla fark edilen tutkuyla düşünselleştirmekte. Ancak bu şekilde bir varoluşsal jest buralarda hayat bulabilir. Bizim farklı bir düşünsellik ve duygusallık uzamımız var, bundan doğacak ve kökenlenecek felsefe de farklı olacaktır; bu farklılığı isteyebilecek, onu çekip çıkarabilecek kadar dayanaklı ve tutkulu olmak zorundayız.

 

 

 

 

 

"Hiçbir şiddetin ulaşamadığı bir hayat var"

 

 

 

 

 

Manifestonuzda "MonoKL bir okuldur" diyorsunuz. Ne "öğretmeyi" amaçlıyorsunuz?

 

 

Monokl, bir gövde halinde büyümeyi, zenginleşmeyi ve çoğullukların bu tekil çatı altında birlikte varolmasını hayal ediyor. Bu okul, birlikte-öğrenme ve birlikte-yaşama okulu; bir içeriği, bir kuralı, bir yasayı öğretmekten ziyade bir başka yaşamın-temelini atma isteği bizim sahip olduğumuz ve paylaşmak istediğimiz.

 

 


"Başka bir şey de var" diyorsunuz. Özellikle bunun üzerinde durmak istiyorum çünkü artık şiddet her yerde, kimse sabırlı değil. MonoKL bahsettiğiniz "başka şey" için neler yapıyor?

 

 

Evet, hiçbir şiddetin ulaşamadığı bir hayat var, bir düşünce var, bir hayal var. Fikrin karanlık odalarını edebiyatla yaşamlandırmak, fikri ve hayali tutkuda düğümlemek, her türlü yaratıcı üretimi hayata iade etmek ve hayatı eskiden arındırmak ve tazelemek denen bir şey var. Bu tutkuyu tarif etmek gerekiyor, bu tutku “başka şeylere, başka insanlara, başka olaylara”, kısacası başka dünyalara bir tutku. Bu, her gün yanından geçip giderken görmediğimiz şeyleri fark etmek, bu her gün yaşarken anlamlandıramadığımız duygulara hakkıyla dönüp bakmak, her gün kafamızdan geçen ama unutmak için çok acele ettiğimiz düşüncelere bir yer açmanın arayışı.

 

 

Daha ötesi hiçbir zaman vücut bulmamış olana doğru bir devinim bu. Başka türlüye duyulan isteğimiz bizim bu. Bu başkalık [başka türlü varoluşlar] iki şekilde bizim “yapma”larımızı, “yaşama”larımızı yönlendirebilir. İlki hayatlarımızda geçip gitmiş, unutulmuş, bastırılmış alanları özgürleştirmek, zaten orada olmuş ve olan başkalıkları bulup çıkarmak, tutup kapmak ve onları edebi istirahat içinde olacakları bir dinginlik ve düşünselliğe dönüştürmek. Onlara haklarını iade etmek de denebilir, ama burada bu başkalıkları elimizdeki temsiller ya da indirgeyici, kendine göre dönüştürücü şiddetlerle ya da mevcut bilgi rejimleri ile değil; kendilerinden bize doğru gelen yabancılıklarla ve farklarla karşılamak gerekiyor. Konuksever olmaktır bu.

 

 

İkinci yol ise, başka bir şey var denen şeyin, “başka bir şey yok”, hiç ve sadece hiç dediğimiz “her yerde” dediğimiz noktaya kadar götürülmesidir. Hiç içinden üretmektir bu. Bu henüz yaratılmamış, henüz zamanlandırılmamış, henüz mekanlandırılmamış “başka bir coğrafya”, başka yaşam ve temel atım alanları icat etmek olarak adlandırabileceğimiz çok daha büyük bir girişimdir.

 

Bu, mekan ve zaman yaratmak demektir; mekanın ve zamanın yüzeyini, aynılık ve başkalık rejimleri alt üst olana kadar yıkma, dönüştürme ve temeller, yüzeyler yaratma istencidir. Buna daha tanıdık bir alanda “medeniyet” deniliyor. Bu başkalığı, başka insanı ve başka dünyayı en yakınlarımızda görebilecek kadar uzakları, çok uzakları düşlemektir ve adeta mevcut sistem, hayal, hakikat ya da gerçeklik biçimleriyle çölleştirilemeyecek bir coğrafya için, o coğrafyanın derinleri ve o coğrafyanın kendi gökleri için düş kurmaktır. Bu, varılıp elde edildiğinde tüketilecek mutlak bir sonu değil; her davranışımıza ve yapmamıza, yaşamlanışımıza eşlik etmesi gereken bir jesti temellendirir; insan olma, ortak olma, eşitlik, özgürlük ve adalet içinde olma jestini.

 

 

 

 

 

Kitap üzerinden yürütülen ekonomik rejim, vahşi ve düşmanlaştırıcı

 

Siz meselesi ticaret olmayan bir yayınevi olarak yayıncılık sektörünü nasıl görüyorsunuz?



Türkiye’nin yayıncılık sektörüyle ilgili söylenecek çok şey var ama bu çokluğun vahametini ve şiddetini birkaç cümleye hapsetmek iyimser kalabilmemiz açısından daha iyi olur herhalde. Dağıtım, vergilendirme ve büyük yayınevlerinin reklam, tanıtım ve çoksatan kitap üzerinden yürüttüğü ekonomik rejim gerçekten vahşi ve düşmanlaştırıcı bir yayıncılık sürecini teşvik ediyor. Devletin de en azından kitap özelinde bu teşvik etme karşısında duyarsız bir konum aldığını ifade edebiliriz. Kültürü koruyan, ona değer veren ve onu destekleyen bir ülke değiliz ne yazık ki.

 

 

 

Editöryal süreçte de öğrencilere bir çağrı da bulunmuşsunuz. Çağrı nasıl sonuçlandı, işbirliği nasıl gidiyor? Çağrıyı yineler misiniz?



Bizimle birlikte yetişecek ve kitap, dergi, etkinlik projelerimize katkıda bulunabilecek öğrenci editör, çevirmen ve redaktör arkadaşlara bir çağrıda bulunduk ve bu çağrımız hala geçerli (Bu çağrıyla ilgili olarak www.monokl.net adresine bakılabilir). Çağrıya yanıt veren birkaç arkadaşla çalışmaya başladık ve gayet iyi gittiğini söyleyebiliriz. Bizim kendilerinden bir şeyler öğrenebileceğimiz, dostluk ve ortaklık içinde paylaşımda bulunabileceğimiz herkese mekanımız açık; bu anlamda hiçbir bencillik ya da üstten bakan kapanma içerisinde olmak istemiyoruz. Bu hakkımız da değil, haddimiz de değil.

 

 

 

Her Çarşamba etkinlikler düzenliyorsunuz. Daha önce etkinliğinizi hiç duymamış biri bu etkinliğe nasıl katılabilir? Etkinlikte nelerle karşılaşır?

 

 

Etkinliklerimiz yerel düzlemdeki dostluklarımızı, karşılaşmalarımı ve kendi zihinsel, duygusal dünyalarımızı tazelemek ve geliştirmek için minör fırsatlar sunuyor. Ücretsiz olan etkinliklerimiz, psikanaliz, felsefe, edebiyat ve sinema düzlemlerinde her ay Çarşamba akşamları 19.30’da başlıyor ve birkaç saat sürüyor. Taksimdeki ofisimizde gerçekleştirdiğimiz etkinlikler 30 kişi ile sınırlı oluyor ve etkinliklerin duyurularını gerek mail grubumuzdan, gerek twitter ve facebook gibi sosyal medya araçlarından yapıyoruz. Katılacakların editor@monokl.net adresine rezervasyon yaptırmaları yeterli oluyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

Künye:

 

MonoKL - Mono Kurgusuz Labirent


İmtiyaz Sahibi: M. Çelebi


Genel Yayın Yönetmeni: Volkan Çelebi


Monokl Yayınları Editörler: Volkan Çelebi, Murat Erşen


Monokl Yayın Kurulu: Volkan Çelebi, Eren Rızvanoğlu, Mert Bahadır Reisoğlu, Sibel Kibar, Atakan Karakış, İlksen Mavituna, Ali Bilgin, Murat Erşen, Tuğçe Ayteş


Monokl Onur Kurulu: Jean-Luc Nancy, Rene Major, Danielle-Cohen Levinas, Kenneth R. Westphal, Joan Copjec, Ahmet Soysal, Alain Badiou


Web ve Teknik Destek: Kemal Şahin


Email : editor@monokl.net


Satın alma, abonelik, ajanda: oneri@monokl.net


Site : http://www.monokl.net/


www.twitter.com/monoklyayinlari




Toplam oy: 1029

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.