Necati Tosuner: Tanrı vasat yazara acısın
Necati Tosuner'i bilir misiniz? Bilirseniz, eminim ki iyi bilirsiniz. Bilmiyorsanız, hemen hayatınıza bir Necati Tosuner parantezi açmanızı tavsiye ederim. Sıradan bir yazardan bahsetmediğimi hemen anlayacaksınız.
Yazarlıkta 50. yılını kutlayan, romancılığı ve özellikle öykücülüğü ile kalbinizi tekletebilecek birinden söz ediyorum. Tosuner, sadece okuyup geçebileceğiniz, antolojilerde adına methiyeler dizilmiş bir yazar değil; gölgede kalmış, yalnızlık illetine kapılmış, biraz da ona sevdalanmış bir adam. Bir Rubik küpü gibi her yüzü aynı gözüken ama aslında büyük bir bulmacanın ta kendisi o; tüm sıkıntılarını, üzüntülerini ve anlık coşkularını bir kübe sığdırmış, çözmesi de size kalmış.
Necati Tosuner’le olan söyleşimiz işte tam da bu yüzden sıra dışıydı; ne bir sorumuz vardı ne de kısıtlı bir zamanımız. Tosuner’in evine, zamanın durduğu ve sadece onun ve hatıralarının konuştuğu o eve misafir olduk yayın yönetmenimiz Elif ile birlikte. Türk edebiyatına adını kazımış büyük yazarın evine değil, Necati’nin evine. Her saniye, “Necati”ye bir adım daha yaklaştık; bazen saatin tiktaklarının bozduğu büyük sessizlikte, bazen anlattıkça yorulmayan o derin, o tok ve gür seste. Necati Tosuner adı ve çağrıştırdıkları da hep bu zıtlıktan besleniyor ya; ben de size hem susmaktan yorulan Necati’yi hem de haykırmaktan çekinmeyen büyük yazar Tosuner’i anlatabilmek istedim.
Lütfen, bizimle birlikte buyurun zamanın bir başka aktığı; kıvamların koyulaştığı o evin salonuna, ortadaki masaya, etrafındaki sandalyelere.
Bir yazar olarak 50 yılı geride bırakmak ne ifade ediyor? Ediyor mu bir şey?
19 kitap 50 yılda. Çok mu? Değil. Az mı? Az da değil.
Kendini övmeden kendinle ilgili konuşmak biraz zor. Tevazu “yersen spor”dur. İlle de tevazu göstereceksen, susarsın. “Allah benim belamı versin nereden yazar oldum?” dersen, okuyucu da “E napayım birader bana ne?” der.
Yazarlığım bana ne mi hissettiriyor? Yazarlığım para ediyor da... Lüks yerlere gitmek, falan yere uğrayıp dönmek, benim gibi bir yazara göre değil. Onları yapanın yazarı başka. Derdim o değil.
Neredeyse kendimi bildiğimden beri benim için yazdıklarım ya çok beğenilmiştir, ya hiç beğenilmemiştir. Arada bir hiç iyi, geçer, vasat notum olmamıştır. Bu iyi bir şeydir yazar için. Çok beğenenler de korkutur beni. Bereket, nazara falan inanmıyorum, inansam okutmam gerekir kendimi.
19 kitap dediniz... Her kitabınız şiirden müthiş izler barındırmasına rağmen, bu 19 kitabın hiçbiri şiir kitabı değil. Siz aslında, hiç şiir yazmadınız! Neden?
Bir gün, bir laf etmiştim, eskilerde: “Tanrı vasat yazara acısın, kendini bir şey sanır. Vasat şaire daha çok acısın, O yazarı da adam saymaz.” Herkes spor yaparsa, ne güzel... Kimseye bir zararı var mı? Yok. Ama sporcu olmak başka bir şeydir. Şair olmak başka bir şeydir, adam hayatını verir de şair olur. Sen öyle üç tane dize düşürdün diye kendini şair sanıyorsun. Ben yazarken yazmış olmaktan bir haz duygusu alıyorsam, onu okuyana da öyle bir haz duygusunun geçmiş olmalı. O zaman benim yazdığım şey işe yarıyor. Yoksa, yazmam.
HER EVE 5 ROMANCI
Yazarken her daim haz duygusu aramak biraz zor olmuyor mu? Ya da şöyle sorayım: Hiç “yazar tıkanması“ yaşadığınız oldu mu?
Almanya’dayken pilim bitmişti. Sonra Sancı.. Sancı...'yı yazdım. Tabii orada kamburunu anlatan Necati ile Sancı.. Sancı...’nın kamburu Osman arasında dünyaya bakış farkı var. O beni biraz oyaladı. Mutfak yeni, malzeme yeni, bilmediğim türden. 29 yaşındaydım. O zamanlar bir şeyler yapmış olmak bile insana yetebilir. Tehlike de budur.
Allahtan ki, bir ara durdum durakladım. O zaman da diyorsun ki: Ne olacak ya?
Günümüzde romanın yükselişi size ne hissettiriyor? Sayıdaki artışın sizi rahatsız ettiğini biliyorum...
Roman şiiri geçti artık. 77‘de Sancı.. Sancı...’yı ben yayımladım. O yıl 10 tane roman ya çıktı, ya çıkmadı. Ayda bir tane roman alırsın. Günde 7-8 roman olunca hangi birini takip edeceksin? Eski zamanla, bugünler kıyaslanacak gibi değil. Eskiden insanlar önce şiir yazardı, öykü yazardı, dergilerde imzalarını görürdün, birbirleriyle yarışırlardı. Dergilerde son sayfalardan, ön sayfalara gelmeye başlarlardı. Oturur roman yazarlardı, “Falanca romana geçti.” derlerdi. Şimdi yeni kuşaklarımız doğuştan romanı. Bir de üç çocuk olursa, gelecek roman kaynayacak. Evde beş tane romancı falan olacak.
Bir omurga bozukluğunuz var. Bu, yazarlığınızı nasıl etkiledi?
Öncesinde hep acı çekiyordum; 16 yaşına gelince vücut istediği biçimi aldı, o da kurtuldu, ben de kurtuldum. Ben artık onu değiştirme hayallerini bıraktım ve o sancılardan kurtuldum ama bir başka sancı başladı: Kambur olmak, bunun farkına varmak. Ondan sonra ya kadere atarsın suçu, ya topluma, ya da anana-babana. Topluma karşı isyan gelir ama, kesin! O kızdan hoşlanırsın, o anda kötü adam olursun.
Yazarlığa heves edişim kendimi anlatma isteğindendi tabii. Ama yeri geldi, acım intihar etme fikrine kadar götürdü beni. Hissettiklerimi hep yazdım. Kasırga’nın Gözü’nde der adam: “İyi ki öldürmemişim kendimi.”
Hatta Asım Bezirci “Güzel yazıyorsun, iyi yazıyorsun ama niye hep kendini yazıyorsun?” derdi. Halbuki kendimi yazmaya bile o kadar zor vardım ki. Ancak üçüncü kitabımın adını ancak Kambur koyabildim.
Öncesinde bir şeyler yazıyordum ama derdim neydi, kimse anlamıyordu. Toplumcular yeteri kadar solcu bulmuyordu beni, varoluşçular da altyapı olarak yetersiz buluyordu. Ben bireyciydim, ama benim bireyci olmak için Sartre falan okumama gerek yoktu. Yeteri kadar bireyci olmaya hakkım vardı benim zaten, bu toplumda yaşıyor olmaktan dolayı.
BAYAT EKMEĞİ, ÇOCUĞA DA VERME
Peki yeni kitabınız Susmak’ta okuru ne bekliyor?
Kitap bitti, benden çıktı. Altı ay önce bitirdim ben bunu fakat yayınevi benim öykü kitaplarımı çıkartıyordu peş peşe. Araya girsin, girmesin derken onlar bittikten sonraya kaldı. Dört roman, dokuz öykü kitabı. Sağlığımda onları öyle peş peşe çıkmış gördüm. Eyvallah. Son romanım da çıktı. Bir deneme kitabım var, onu da umarım yaparlar.
Bu kitap, Kasırganın Gözü'nün bir devamı gibi, dil ve uslup olarak benzerlikler var ancak yapısal olarak, romanın içinden görülmeyen o mimarisinde farklılık olmasına dikkat edilmiş. Birinci romandaki balkondaki adam, bu romanda yok ancak.
Ayrıca, bu son kitaptan önce ve Kasırganın Gözü’nden sonra iki tane çocuk kitabı yazdım. Merdivenden çıktıktan sonra beklediğin bir sahanlık gibi bu. Sonra Susmak. Susmak ve korkaklık arasında, ben korkağım diyerek bitiyor roman.
Susmak...
Susmak...
Susmak...
Ben korkağım.
Yazdığınız çocuk kitapları, sizin için nerede duruyor?
Çocuk kitapları benim için çocuk kitabına genel olarak verilen değerden çok daha değerlidir. Ben o kitabı çocuğun annesine babasına yazıyor olsam ne kadar özen göstereceksem, ona da o kadar özen gösteririm.
Çocuğu bakkala gönderirsin, bakkal ekmeğin bayatını verir çocuğa. Çocuk da ekmeğe bakınca “Bu ekmek kötü.” der. Bakkal sinirlenir, “Ekmeğe kötü denir mi ulan!”
Çocuğu adam yerine koyan bir çocuk edebiyatından yanayım ben. Çocuğun babası ne kadar önemliyse, annesi ne kadar önemliyse çocuk da o kadar önemli. Onlara veremiyorsan bayat ekmeği, çocuğa da verme.
Sayın Tosuner'in “Tanrı vasat yazara acısın, kendini bir şey sanar." cümlesindeki "sanır" olması gereken kelimeyi "sanar" demiş ya da yazmış olma ihtimaline inanmıyorum. Dolayısıyla umarım redaksiyon ya da söyleşi yapan kişinin hatası. Ancak edebiyatla iç içe bir iş yapan, yazan okuyan bir sitenin mensuplarının da böyle bir hata yapmış olması hoş görülebilir bir şey değil. internet dili yeterince kirletip yok ederken,online ve yazılı bir edebiyat dergisinden daha büyük hassasiyet bekliyoruz.
Yeni yorum gönder