Eleştiri Arşivi

Eleştiri // En çok okunanlar
//php print_r ($fields); ?>
Nabokov’u okumak için okumayı bilmek yeterli değildir, aynı zamanda “Nabokovca” da bilmek gerekir! Bilimsel Rus zekasıyla İngilizcenin dil cambazlığını yoğurduğunuzda, ortaya Nabokovca çıkar. Alışık olmayan bünyede rahatsızlık yaratan Nabokov’un, okurları ilk etapta Nootropic ilaçlara yönlendirmesi muhtemeldir.

//php print_r ($fields); ?>
Polisiye edebiyatın puslu labirentlerinde gezinirken yolumuz pek çok alt türle kesişir. Bunlar arasında en dikkat çekicilerden biri de polisiye - bilimkurgu birlikteliğidir. Amerikalı yazar Ben H. Winters imzası taşıyan Kıyamet Polisi (The Last Policeman) tam da bu türün sevenlerine hitap eden bir kitap.

//php print_r ($fields); ?>
Hikmet Hükümenoğlu, Körburun’daki uzun ve hacimli anlatısının ardından Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri ile kısa formlarla da nelerin başarılabileceğini gösteriyor; çağdaş Türk edebiyatı adına yüz akı bir öykü kitabı.

//php print_r ($fields); ?>
Edebiyatımızın modernleşme döneminin en büyük etkileri hiç kuşkusuz Fransız edebiyatından; Osmanlı’nın Fransa ile olan siyasi ilişkileri edebi ilişkileri de beraberinde getirmiş. Victor Hugo, Corneille, Racine, Molière, Chateaubriand, Lamartine, sonrasında Théodore de Banville, Alfred de Musset, François Coppée, Sully Prudhomme ve daha niceleri...

//php print_r ($fields); ?>
Ellerim başımın altında, tandırın yanındaki peykede, yatak yorgan yığınına yaslanmış uzanıyorum. Ninemin büyük duvar taşlarının aralarına sokup askı yaptığı çengellerde süzme yoğurt torbalarını, bakliyat, mısır ve kete çuvallarını, süt makinasının yıkanıp kurumaya bırakılmış çanaklarını, ilk kez görüyormuş gibi gözden geçiriyorum.

//php print_r ($fields); ?>
Adını, polisiye edebiyatın başyapıtları arasında geçen Postacı Kapıyı İki Kere Çalar romanı ile duyuran James M. Cain, Mildred Pierce romanında ise bambaşka bir kimlikle çıkıyor karşımıza. Mildred Pierce, Amerika’yı sarsan ekonomik kriz yıllarında bir kadının hayata tutunma mücadelesini anlatan bir roman.

//php print_r ($fields); ?>
Hayat çok sıkıcı, çok şükür ki ölüm var. Aşk, hayat ve sanat. Zaten bunların hepsi ölüm demek. Bu öngörü, birkaç bin yıl önceki bir yazıttan alıntı. Öleceğimiz ana kadar –bazen bir buzul kayanın üzerinde, bazen çölün ortasında– yalnızlıktan yakınarak ağlıyoruz. Diğerleriyle birlikte. Ama nazar değmesin, hayatta kalma reflekslerimiz, ölümlü olduklarını bilmeyen hayvanlarınkiyle neredeyse denk.

//php print_r ($fields); ?>
“Ölümü hatırlatan ne var bu resimde” diye sormuştu Melih Cevdet Anday, Fotoğraf şiirinde. Dört kişi parkta bir banka oturmuş. Soldan sağa Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet. Orhan Veli sağ elini sol elinin üzerine koymuş. Ağzı açık ama gülmüyor. Pardösüsünün yakaları tünemiş bir göçmen kuşun kanatları gibi. Fotoğrafçı deklanşöre basar basmaz pırr diye uçup gidecek.

//php print_r ($fields); ?>
Ludwig Wittgenstein, “Ölüm, yaşam olaylarından biri değildir, ölüm yaşanmaz,” diyerek “hayati” bir teşhis koymuştu. Oysa insanlar ilk günden beri ölümü tartıştı; hala devam ediyorlar... Mevcut tartışmaya cinayetler ve onların sorumlularını aramak da dahil. Kısacası, bir yaşam olayı değil ama yaşamın ayrılmaz bir parçası, daha doğrusu gerçeği haline geldi ölüm.

//php print_r ($fields); ?>
Performans sanatının yaşayan en büyük isimlerinden Marina Abramovic, bu yılın başında Türkiye’deki ilk retrospektif sergisiyle Sabancı Müzesi’ndeydi. Sonra Covid-19 salgını başladı ve sergi belirsiz bir tarihe kadar kapandı. Sergiye paralel olarak mart ayında, sanatçının 2016’da yazdığı otobiyografisi Duvarlardan Geçmek Türkçede yayımlandı.
