Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Karakter pazarı




Toplam oy: 2251
Popüler kültürün çağın insanına fısıldayıp durduğu, kişinin selametinin doğal içgüdülere güvenmekten geçtiği. Böylece her türlü bilimsel yaklaşım, sorgulama pratiği ve rasyonel düşünce sıkıcı damgası yiyip modası geçenler deposuna kaldırılabiliyor.

A) İNSANIN ÜRÜNE DÖNÜŞÜMÜ

 

(YENİ İNSAN)

 

“İhtiyaç toplumu” yerini “arzu toplumu”na bırakalı epey oluyor. Çağın ideal insanı ihtiyaç duymuyor; o artık arzu ediyor. Zaten bu oyunda işlerin yolunda gidebilmesi için arzuların ihtiyaçları gölgede bırakması şart. Bir ürünü işini görmesi için değil, yeni çıktığı için satın almalısın örneğin. “Yeni” patlangacı sahip olduğun her şeyin köşesinde yanıp sönmeli. Bir şeye ona ihtiyaç duyduğun için değil, onunla kendini daha iyi hissettiğin için sahip olmalısın. Rahat giysilerini bile onlarla rahat ettiğin için değil, onların içinde rahat göründüğün için tercih etmelisin. Modasının ne zaman geçeceği planlanmış ürünler pazarında bir yeni modelden bir daha yenisine, dallara tutuna tutuna ilerleyen maymunlar gibi, atlamalısın. İşte buna “arzu stratejileri” deniyor. Ve bu konunun uzmanları kitle aklını kullanma işini iyi beceriyorlar. Aklınla işin bittiği için sana da kalbinin sesini dinlemek, yüreğinin götürdüğü yere gitmek, düşünmek yerine hissetmek kalıyor. Arzu stratejilerinin ışıldayarak işlemesi için mantığını bir kenara bırakıp markalarla birbirinden duygusal bağlar kurman gerekiyor. Zaten popüler kültürün çağın insanına fısıldayıp durduğu da kişinin selametinin doğal içgüdülere güvenmekten geçtiği. Böylece her türlü bilimsel yaklaşım, sorgulama pratiği ve rasyonel düşünce sıkıcı damgası yiyip modası geçenler deposuna kaldırılabiliyor. “Duygunun romantizmi” yine “akıl dışı güçler”e teslim oluyor.

 

 

(Görsel çalışma: Zena el Khalil)

 

Söz konusu yeni insan, özgür hissetmek ve kimliğini oluşturmak için her geçen gün şirketlere biraz daha bağımlı hale geliyor. Ürünlerle duygusal bağ kura kura sonunda kendisi de bir ürüne dönüşüyor. Böylece düzenle entegre olunuyor. Sistem, sistemin kurallarına uyum sağlamayanlara bile uyum sağlıyor. Onlar için daha marjinal, daha alternatif, daha anarşist modeller üretiyor. Bu öyle bir tezgâh ki, vaktiyle aile arabalarına dadanan konformist çoğunluğa isyan eden çiçek çocuklara çiçek gibi otomobiller, minibüsler, karavanlar satmış. Sonuç olarak öngörülebilir tüketiciler gibi davranan her ürün-insan, şirketlerin yönettiği ülkeler için ideal müşteri.

 

 


 

 

B) ÜRÜNE DÖNÜŞEN İNSANIN KENDİNİ PAZARLAMA STRATEJİLERİ

 

(YENİ İNSAN’IN SANAL HALİ)

 

Artık insanlar vatandaş değil tüketici. Onlar hak değil ayrıcalık peşinde. Bu saatten sonra onları kurumsal rolleri kesmiyor. Faydalı, başarılı, üretken, iyi olmak kimin umurunda? Artık herkes özel olmak istiyor. Kendini ürün gibi gören insan, kendini ürün gibi pazarlama ihtiyacı duyuyor. Tüketici bakış açısı, bir noktadan sonra kendini de tüketilecek bir ürün olarak görmesine neden oluyor. Ve bu ürünü pazarlamanın en etkili mecralarından biri olarak da sosyal medyayı gözüne kestiriyor.

 

İnsanların sanal alemde kurduğu, elektrikle çalışan taze imparatorlukta var olmak için düşünmek değil görünmek gerekiyor. Görünüyorsun, öyleyse varsın. Alınteri çağı bitti, gösteri çağı başladı. Gösteri her sabah yeniden başlıyor. İnsanlar özelleştiler, halka açıldılar, kamuya mal oldular. Onlar artık her türlü mahremiyetten gönüllü olarak vazgeçerek kendilerini düzenli aralıklarla ihbar ediyorlar. Özgürlük eskiden zincirleri kırmak, bağları koparmak demekti. Günümüzdeyse özgürlük bağlantıda olmak. Ve aramızdaki bağlantı, internet bağlantısından ibaret. Modemin ne kadar kuvvetliyse ilişkin o kadar sağlam. Çağın izole edilmiş, açgözlü, manipülasyona aşırı yatkın insanlarına sanal alemin vitrininde taklalar attıransa, aslında eski moda motivasyonlar: Toplumda yer edinme hırsı, onay açlığı ve üstünlük kurma istemi...

 

İnsan, doğası gereği olduğundan başka biçimde görünür. Jung, insan doğasının tutarsız olduğunu ama bir rolü oynarken tutarlı görünmek zorunda kaldığını söyler. İşte bu noktada “persona” yani maske devreye girer. Banka müdürü bir baba düşünün. İşyerinde müdür, evde baba personasıyla varlık gösterir. İkisi aynı kişi değildir. Twitter ve Facebook gibi sanal ortamlarda da insan kendine kaçınılmaz olarak ayrı bir persona yaratır. Bu maske o kişiyi temsil etmez. O kişinin kendini alelacele stilize ettiği bir başka benliktir. Göründüğünden daha güzel, olduğundan daha zeki ya da en azından öyle olmaya çalışan bu fotojenik benliği kurmak için de insanlık klişelerin garantici üslubuna sığınır. Çünkü klişe kolaydır. Temelinde düşünce değil alışkanlık yatar. Düşünmeyip hisseden, aklına değil içgüdülerine güvenen yeni insan için biçilmiş kaftandır. Üzerine tam oturur.

 

(Görsel çalışma: Onur Atay)

 

Karl Marx’a göre modern kapitalist toplum teknolojiye yalnızca üretim açısından değer vermekle kalmaz, teknoloji tarafından üretilen nesnelere, insan varlıklarına göstermesi gereken saygıyı göstererek tapar. Şimdi teknoloji marifetiyle kurulan sosyal medya ilişkilerini, bizi birbirimize bağlayan çoğu elma logolu “teknoloji harikası” aletleri aklınızda tutarak Marx’ın, ta 1844 yılında kaleme almış olduğu şu satırlara bir göz atın: “Böyle bir toplumda, insanlar birbirlerini gerçek bir değeri olmayan araçlar olarak görürken, makineler çok yüksek bir değer kazanıp insanların taptığı amaçlar olup çıkar. Böyle bir toplum insanları birbirlerine yakınlaştırmak yerine, her birini diğerinden yalıtılmış küçük adacıklar haline getirir. İşte böyle bir toplum yabancılaşmış toplum, bireyleri de yabancılaşmış insanlardır.”

 

 (Görsel çalışma: Suzanna Scott)

 

Andy Warhol’un “Gelecekte herkes 15 dakikalığına ünlü olacak.” lafını düşünün sonra. Bu 15 dakikayı hep kısa bir zamanın metaforu sandık halbuki bugün Twitter’da gerçekten de 15-20 dakikalığına “trend-topic” olan kişiler var.

 

Kabaca ve yer yer kabalaşarak ifade etmeye çalıştığım yeni insan ve onun sanal temsil biçimleri üzerine dağınık düşüncelerimi, bu mevzular üzerine yazılmış sarsıcı ve zihin açıcı dört kitabın desteğiyle toparlayarak ve ayrıntılandırarak sürdürmeye çalışacağım. Bu kitaplar: Ömür Boyu Esenlik, Ben ve Biz ve Dikizleme Günlüğü ve Ben Özelim.

 

 


 

1.

MUTLU OLUNACAK, OL! 

 

Ömür Boyu Esenlik

 

Pascal Bruckner
Çeviren:
Birsel Uzma
Ayrıntı Yayınları

 

Mutlu musun? Bu belki de dünyanın en zor sorusu. Belki de bu mutluluğun doğasıyla ilgili paradoksal bir durum. Mutluluk aslında bir kaygı. Pascal Bruckner’in ironi pembesi kapaklı kitabı Ömür Boyu Esenlik mutluluk takıntısının karanlık dehlizlerine sayfa sayfa iniyor. Bruckner, Batı toplumlarının hep birlikte yeni bir uyuşturucunun istilasında olduğunu vurguluyor: Mutluluk Kültü. Günümüzün en yüce buyruğu: “Mutlu olun.”

 

Pascal Bruckner 20. yüzyılın ürkütücü yıkıntılarının üzerine bir çizgi çekerek yeni bir çağa adım atan insanların arzularını temel alan bir varoluş anlayışıyla haklarının peşinden koştuğunu söylüyor. Ömür Boyu Esenlik, çok küçük yaşlardan beri insanlara mutlu olmaları gerektiğinin söylendiğini hatırlatıyor. Bruckner’e göre artık bu çağda değerlerimizi veya manevi mirasımızı devretmek için değil, yeryüzündeki mutlu insanların sayısını artırmak için çocuk yapılıyor. Ve Bruckner ilk başta sevimli bir söz gibi duyulan “mutlu olun” sözünün altında yatan yoğun sıkıntıyı gözler önüne seriyor. Ve bu durumu “mutluluk ödevi” diye tanımlayarak mutluluğun ölçüsünü sorunsallaştırıyor. Mutluluğun kriterlerini kim belirliyor? Mutluluk ayrıcalığı çok geçmeden genç insanlar için bir yüke dönüşüyor. Mutluluk bileşimi peşinden koşulduğu ölçüde bozuluyor.

 

Bruckner’e göre mutlu olma tasarısı üç paradoksla karşılaşıyor: O kadar belirsiz ki bu belirsizliğin şiddeti yıldırıcı hale geliyor. Gerçekleştiği anda sıkıntı ya da duygusuzluğa dönüşüyor. İdeal mutluluğun sürekli doyurulması, sürekli yeniden doğması, hüsran ve bıkkınlıktan oluşan çifte tuzaktan kaçınması gerekiyor. Kitaba göre mutluluk halinde hissedilen tutku, iki davranışla demokratik kültüre yapışık iki hastalıkla; konformizm ve imrenmeyle bağlantılı.

 

Mutluluğun şifresi kırıldı

 

Normalde herkes için ayrı olması gereken mutluluk, artık ortak kodlar üzerinden değerlendiriliyor. Böylece aydınlanmacıların özgürleştirici parolası olan mutluluk hakkı, bir dogmaya dönüşüyor.

 

Başkalarında utanma ve huzursuzluğa neden olan bu coşkulu esenlik çağrısını “mutluluk ödevi” olarak adlandırıyor Pascal Bruckner. 20. yüzyılın ikinci yarısına ait bir ideoloji olan mutluluk ödevi, her şeyin zevk, haz ve sıkıntı açısından değerlendirmesine neden oluyor.

 

Güncel bir örnek olarak Facebook’a eklenen bol denizli, bol güneşli bir tatil fotoğrafını düşünün. Sahil şeritlerini satmak için hatırı sayılır paralar talep eden sistem tarafından belirlenmiş bir ortak mutluluk kodunu belgeleyen bu fotoğrafı ekleyerek mutluluk ödevini günü gününe yapan profil sahibinin motivasyonu nedir? Bu fotoğrafı, mutluluğun bu tescilli resmini gören ve o sırada şehrin plazalarından birinde daralmakta olan arkadaşının boğucu mutsuzluğuyla beslenen hesaplı bir mutluluktur bu.

 

Ömür Boyu Esenlik kitabında geçen önemli bir tespit, iki kıta insanını bence mükemmel özetliyor: “Amerikalılar faydacıdır, Avrupalılar şüpheci.” Nereden baksanız çok doğru… Türk insanının çoğunluğu ise çoğu konuda olduğu gibi burada da Avrupa değil Amerika modelini benimsiyor. Sosyal medya konusundaki yaklaşımımız da şüpheci değil faydacı. Yani “benim böyle düşünmemden, nerede olduğumdan, ne yiyip içtiğimden kime ne?” sorgulaması yerine bu durumların sanal kimliğimize katacağı artı değer beklentisi ağır basıyor.

 

 


 

2.


EGO PAZARLAMA LTD.
 

 

Ben ve Biz

 

Rainer Funk
Çeviren:
Çağlar Tanyeri
Yapı Kredi Yayınları

 

Postmodern ben-odaklılık fenomenini tüm yönleriyle anlatan kara kaplı bir başucu kitabı Ben ve Biz. Alt başlığı: Postmodern İnsanın Psikanalizi olan kitabın önemli tezlerinden biri ben-odaklılık ile biz duygusu birbirlerini dışlamakta olduğu. Ben-odaklılık ve bağlılık birbirini dışlar gibi görünse de, ben-odaklı karakter için bağlanmışlık son derece önemli ve merkezidir. Bağlantıda olmak özgürleştiricidir.

 

(Görsel çalışma: Nick Kelly)

 

Ben ve Biz, ürün odaklı pazarlama stratejileriyle ben-odaklı birey arasında paralellik kuruyor. Ürün odaklı pazarlamadan kasıt, bir ürüne o ürünle pek ilgisi olmayan niteliklerin atfedilmesidir. Ürünün esas kullanımı artık ikincil önemdedir. Tasarım ve ürünün imajı asıl mesele haline gelirken kullanılabilirlik ve işlevsellik aksesuara dönüşmüştür. Ürünün temel yararı değil, ek yararları göz önünde tutulur. Bu mantıkla bir ürüne sattıran ne varsa atfedilir: duygular, ihtiyaçlar, ruh halleri, başarının, avantajın sembolleri. Ürün odaklı satış stratejisi aslında ürünü değil, insani özlemleri, özellikleri ve becerileri satışa çıkarmıştır. Böylece ürünler canlı kılınmış ve insanlaştırılmışdır. Ürünler insani özelliklerle ön plana çıkar(lar). 

 

Ben ve Biz'de ürünlerin insanlaşma süreci anlatılıyor. Bu durum, karşılığında insanların da ürünleşmesini getiriyor. Markalara kişilik profili kazandırılırken insanlar da sanal profillerini bir marka gibi inşa ediyorlar. Ha gayret sloganları ve logoları bile var.

 

Kitaptan bir alıntı: “Kendini satmak isteyen kişi en becerikli, en iyi, en mutlu, en büyük, en güvenilir vb. olarak boy göstermek zorundadır artık. Kendini satma isteği, başkaları tarafından iyi karşılanmak, tanınmak ve hayran olunmak amacına yönelik güçlü ve egoist bir eğilime, her zaman ve her yerde kendini hoş bir biçimde sunmak eğilimine yol açmıştır. İtibar ve hayranlık için gösterilen bu çaba narsistik bir kendini şişirme kılığında çıkmaktadır ortaya; ancak çoğunlukla narsizm değildir bu, satış stratejisi olarak egoizmdir. Zaten önemli olan da başkalarının nezdinde tutmaktır, yoksa insanın kendi yüceliği değildir.” İşte bu son cümle her şeyi kahredici bir netlikle aydınlatıyor. 

 

Manipüle edilen özgürlükse, özgürüz ikimiz de

 

Erich Fromm için toplumsal karakterin içeriği, belirli bir toplumun gerekliliklerine bağlıdır. Bu gereklilikler bireyin karakterini öyle bir biçimlendirir ki, insanlar yapmak zorunda olduklarını yapmak ister hale gelirler, böylece toplumun doğru işleyişinin yolu açılır. 

 

Ben ve Biz, telkin sanatının hastalıklı incelikleriyle de ilgileniyor. Telkin sanatının püf noktası şudur: İnsanlarda seçimin onun kendi irade özgürlüğüne ve karar gücüne bırakıldığı izlenimi uyandırılırken, öte yandan da irade özgürlüğü ve karar gücü manipüle edilir. Böylece insan özgürce ve dış etkilerden bütünüyle bağımsız bir biçimde istediği kararı aldığını düşünür.

 

Ana konumuz olan sosyal medyaya dönelim. Biliyorum “twitter fenomeni” daha havalı ama Rainer Funk onlara “Pasif Ben Odaklı Karakter” demeyi tercih ediyor. Bu, bağlantıda olma ihtiyacındaki bağımlı bireyin teşhisi. Bunlar karşısındakine kendisinin belirlediği biçimde ulaşabilme ihtiyacındaki insanlar. Bağlanmayı değil, bağlantı içinde olmayı istemekteler. Bu insanın ilişkiden anladığı, zamanın ve mekânın sınırlarından bağımsız olarak olabildiğince çok sayıda insanla bağlantı içinde olabilmek, sonra da bu ağı ve bağlantı imkânlarını güvence altına almak demek… Kurulan bu bağlantılar çoğunlukla ilişkiyi ayakta tutma kaygısı taşımamaktadır. Bilgilendirme amacından da uzaktır. Asıl kaygı bağlantı kurmak, bağlantısızlığın yarattığı korkuyu azaltmak, bağlantı içinde olma durumunu güvence altına almaktır. Pasif Ben Odaklı Karakter sahici bir şey yaşamanın peşindedir. Gösteriye dönüştürülenin sahici olduğunu sanır. Ve hayatını bir gösteriye dönüştürür. Bugün blogların çoğunda gösteriye dönüştürülmüş hayatlar görmüyor muyuz? Bunlar, dijital ve teknolojik iletişim imkânlarının desteğiyle ne kadar “hiper gerçek” bir yaşantı oluştururlarsa, o kadar inandırıcı ve sahici olmaktadırlar. 

 

EGO SARAYI

 

Pazar odaklılıkta her şey, satma stratejisi ve pazarlama çerçevesinde döner. İnsanın kendi ben’i (ego) satılıktır. Kişi de artık bir üründür. Dikkat ürünün görüntüsüne yöneliktir. Önemli olan paketleme, görünüş, imaj, şov etkisi, sunum, kostüm, sahnelemedir. İnsanın gerçekten ne yaptığı, ne başardığı veya hangi yetilere sahip olduğu ikincil bir sorundur. Hele insanın gerçekten ne olduğu ve nasıl yaşadığı ikincil sorun bile değildir. Bunun yerine belirleyici olan, ortaya konan işin, iyi paketlenmiş ürünün, stilize edilmiş kişiliğinin, iddialı bir imajın, iyi sahnelenmiş bir iletinin en iyi biçimde karşı tarafa nasıl götürüleceği ve satılacağıdır. Gerçek duyguları, düşünceleri ve istekleri yerine stilize edilmiş bir karakteri canlandıran insan da doğal olarak özüne yabancılaşır.

 

 


 

 

3.

GÖZÜM ÜZERİNDE 

 

Dikizleme Günlüğü

 

Hal Niedzviecki
Çeviren:
Gökçe Gündüç
Ayrıntı Yayınları

 

Sosyal medyanın itici güçleri arasında kendini düzenli aralıklarla satma arzusu ve satış stratejileri dışında önemli bir boyut daha var: Röntgencilik! Dikizleme Günlüğü de gözlerini bu alana dikiyor. Hal Niedzviecki’nin Ben Özelim'den önce yayımlanan kitabı, dikizleme çağına çoktan girdiğimizi ilan ediyor. Hem de hiç hissetmeden. Kitap her şeyin reality şovlarla başladığını söylüyor. Sonra You Tube, My Space, Facebook, Twitter… Nihayet hayatlarımız sır olmaktan çıktı.

 

Kitap “röntgenci” sözcüğünün sözlük anlamıyla açılıyor: “Haddinden fazla meraklı kişilere takılan ad.” Ardından çağı özetleyen yeni bir tanımlamadan bahsediyor: “Abartılı paylaşım” Şahsi bilgileri ortaya sermek, özel hayatın teşhir edilmesi, teşhire maruz kalan kişiden ısrarla onay beklenmesi olarak özetlenebilecek bu durum dikizleme kültürü çağına damgasını vurdu.

 

İletişim araçlarının yalnızca eğlence sektörü üzerinde etkili olduğunu sanmak saflığın sınırlarını aşacak bir düşünce. Aynı zamanda toplumu da değiştiriyor iletişim araçları. 

 

BENİ GÖRMEK İSTERSEN HARİTAYA BAK BEBEĞİM

 

Kitabın “Gerçeklik Karmaşası: Mahremiyet ve Gizli Kamera” bölümünde reality şov’lara dönen hayatlarımızın altyapısı olan reality şov’ların televizyon ekranlarındaki macerasını anlatılıyor.

 

   (Görsel çalışma: Kendrick Daye)

 

 

Dikizleyen herkes bir yandan dikizlenmek de istiyor. Herkes fark edilmeyi arzuluyor. Nerede olduğunu haritaya ekliyor ve tüm “arkadaşları”yla, “takipçileri”yle paylaşıyor. Dostlar birer birer haritada işaretli noktalara dönüşüyorlar. Nerede olduklarını, ne yaptıklarını şartlı tahliyedeymiş gibi düzenli aralıklarla rapor ediyorlar.

 

Lisede en nefret ettiğim sıra yazısı “Ali/Ömer/Ayşe was here” kalıbıydı. Ben buradaydım diye yakın geleceğe iz bırakma sevdası. Hem de nedense Amerikanca. İşte bu tutum zaman içinde twitter’daki “I’m @ bilmemnere” muhabbetine dönüştü. Aynı içgüdü ve ihtiyaç son teknolojiyle kutsanarak kurumsallaştı.

 

Sürekli birilerini dikizliyoruz ve birilerinin bizi dikizlediğini biliyoruz. Etrafımızı saran bu yeni hayatla birlikte farkında olmadan mahremiyet, bireysellik, güvenlik, hatta insanlık algımız yavaş yavaş değişiyor. Olumlu anlamda mı? Şahsen hiç sanmıyorum.

 

 


 

 

4.

ÖZELLİKLE BEN ÇOK ÖZELİM 

 

Ben Özelim!

 

Hal Niedzviecki
Çeviren:
Sibel Erduman
Ayrıntı Yayınları

 

Çağın ideal insanının içinde debelendiği saplantılı durumu Kanadalı yazar ve kültür eleştirmeni Hal Niedzviecki’nin Ben Özelim! kitabının ışığında deşmeye devam ediyoruz. Kitabın alt başlığı: “Bireylik Nasıl Yeni Konformizm Haline Geldi?”

 

Kitabın “Özelin Normali” bölümünde Hal Niedzviecki okul, iş, askerlik gibi geleneksel kurumların artık bireyselliği besleyecek kapasitede görülmediğini anlatıyor. Bunu da Amerika’da yaşayan 50 yaşındaki, evli, büyük bir şirkette muhasebe yöneticisi olan Gary Stone isimli vatandaştan yola çıkarak örneklendiriyor. Pazar okulunda öğretmenlik ve kilisede papaz yardımcılığı da yapan bu adam çeşitli insanların hayatına mutluluk ve eğlence getirmek için yaşlı bir Elvis taklidi yaptığı anlatılıyor önce. Sonra çok geleneksel bir dünyada yaşayan, muhafazakâr bir hayata sahip görünen bir adamın içki ve uyuşturucudan ölen bir pop yıldızını taklit etmekte kendini özgür hissetmesinin altını çiziyor Nal Niedzviecki. Bireysel değerler sistemin kültürümüzde ne kadar derine indiğinin bir göstergesi bu.

 

Artık herkes bireyselliğini parlatacak işler peşinde. Bunu Gray Stone amca gibi prodüksiyonu büyüterek yapan da var; Twitter’a bir cümle, Facebook’a bir fotoğraf, bloguna bir şirinlik ekleyerek yapan da... Özel olmak çağımızın en sıradan takıntısı. İnsanlar bir şekilde özel, ünlü, imrenilen, onaylanan, beğenilen kişi olmak istiyorlar. Bireyselliği açığa vurma ihtiyacı insanları iyi, dürüst, faydalı veya normal olmaya değil, “özel” olmaya itiyor. Buraya kadar sorun yok. Sorun şurada başlıyor. Kimse özel olmak için herhangi bir özveride bulunmakla vakit kaybetmek istemiyor. Kendini geliştirmek, bir konuda uzmanlaşmak falan gibi demode dertlere gark olmadan parlayıvermek daha cazip geliyor. Girdisiz çıktı peşine düşüyor. Paylaşmaya değer bir şey üretme ihtiyacı duymadan paylaştığı şeyin değerli bulunması ihtiyacıyla yanıyor. Hiçbir şey bulamasa “Çok sıkılıyorum.” yazıyor örneğin. Sıkılması bile fark edilsin istiyor. Herkes şunu çok iyi bilsin, o çok sıkılıyor. 

 

Ilımlı İsyan

 

Niedzviecki’nin acı ama gerçek tespitlerinden biri de günümüzde antikonformizmin moda haline gelmiş olması. Muhalif duruş, isyan, düzen eleştirisi düzenin kenar süsleri olarak içeri dahil edilmiş durumda. İçselleştirilen isyan, bir tür stil, bir nevi aksesuar artık... Antikonformizmin moda olması da hiç kuşkusuz, konformist bir atılım.

 

Artık canımızı sıkan bir konuda tepki vermek çok kolay. Bizimle aynı görüşü savunan bir grubun “gruba katıl” butonunu tıklayarak ters giden bir duruma karşı sesimizi çıkarabiliriz. Kendimizi bu uğurda bir şey yapmış, mücadele vermiş gibi hissedebiliriz. Yardımseverlik de öyle... Bir kan ihtiyacı e-postasını ileterek veya bir felaket sonrası o bölgeye destek veriyorum diyenlerin arasına, bir başka gruba, katılarak oturduğumuz yerden vicdanımızı rahatlatabiliriz.

Yorumlar

Yorum Gönder


CLICK To Find Out More
[url=http://www.michaelkorseoutlet.org/michael-kors-grayson-c-9.html]Michael Kors Grayson[/url]
Michael Kors Grayson

31%
69%

Muhtesem bir yazi olmus elinize saglik

38%
62%

Emeğinize sağlık...Akıl açıcı bir yazı olmuş;egemen kültürün bireyselliği öldürdüğü ve üretmekten bağımsız kendimizi de var edemediğimiz gerçeğini hatırlatıyor tekrardan...Teşekkürler...

37%
63%

Yaşamımızda seçtiğimiz ve aldığımız kararlar, hep mantığımız ile alamayız. Bazı seçim ve kararları duygusal ve sezgisel olarak yapmalıyız. Yazınızı yazarken arada çoğulcu bir üslup kullanmanızı öneriyorum. Birde Türkçe kelimeleri seçmenizi rica ederim. Örneğin: Persona Türkçe değildir.
"İnsan, doğası gereği olduğundan başka biçimde görünür. Jung, insan doğasının tutarsız olduğunu ama bir rolü oynarken tutarlı görünmek zorunda kaldığını söyler. İşte bu noktada “persona” yani maske devreye girer. Banka müdürü bir baba düşünün. İşyerinde müdür, evde baba personasıyla varlık gösterir. İkisi aynı kişi değildir. Twitter ve Facebook gibi sanal ortamlarda da insan kendine kaçınılmaz olarak ayrı bir persona yaratır. Bu maske o kişiyi temsil etmez. O kişinin kendini alelacele stilize ettiği bir başka benliktir. Göründüğünden daha güzel, olduğundan daha zeki ya da en azından öyle olmaya çalışan bu fotojenik benliği kurmak için de insanlık klişelerin garantici üslubuna sığınır. Çünkü klişe kolaydır. Temelinde düşünce değil alışkanlık yatar. Düşünmeyip hisseden, aklına değil içgüdülerine güvenen yeni insan için biçilmiş kaftandır. Üzerine tam oturur."

36%
64%

hatice hn.sizi çok iyi anlıyorum ama şurdan bakmakta fayda olabilir.araçlar çeşitli biçimlerde hep vardır.bunlar belirli amaçlara hizmet ederler.asıl olan hizmet edilen şeydir.örneğin digital fotoğraf makinesi ilk çıktığında artık herkesin fotoğraf çekecek olmasından korkanlar,iktidarın elinden gideceğini düşünerek yeni teknolojinin karşında durdurlar.çünkü kendilerini yeni gelişime adapte etmeleri,üretim biçimlerini değiştirmeleri gerekecekti.değişen araçtı aslında.amaç hep aynı:iyi fotoğraf çekmek.sonuç olarak siz burada bu yazıyı paylaşarak eleştirilen kitle ile aynı duruma düşeceğinizi düşünmüyorum.aynı benim sabit fikir twitter hesabından bu paylaşımı görüp,okuyup size cevap yazmam gibi. saygılar;

36%
64%

Çok güzel bir yazı ama hepsini okuyamadım. Özeti var mı bunun?

36%
64%

Uzun zamandır bu kadar dikkatimi vererek bir yazı okuyamamıştım. Elinize sağlık.

31%
69%

Çok güzel bir yazı olmuş. İçindekileri okurken aklımda zaman zaman dolaştırdığım fikirlerin karşımda olduğunu gördüm ve hoşuma gitti.Ardından bunu arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Belki böylece facebook'ta ve twitter'da her şeyi paylaşan, tanıdıklarımın biraz kendilerini frenlemelerine yardımcı olurum diye düşündüm. Fakat beğen butonunun yanında "arkadaşların arasında ilk sen ol" cümlesini görünce vazgeçtim. Yazıdaki aynı fikirde olduğum bir çok düşünceyle çelişeceğini düşünerekten..

38%
62%

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.