Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dünya yalan, kurmaca gerçek



Toplam oy: 280
David Shields // Çev. Merve Pehlivan
Everest Yayınları
Edebiyat hayatımızı kurtarır mı, kitabın başında bunu pek kestiremiyoruz, ancak kitabın ardından da yine şunu biliyoruz: ne onunla ne onsuz...

Hayat çok sıkıcı, çok şükür ki ölüm var. Aşk, hayat ve sanat. Zaten bunların hepsi ölüm demek. Bu öngörü, birkaç bin yıl önceki bir yazıttan alıntı. Öleceğimiz ana kadar –bazen bir buzul kayanın üzerinde, bazen çölün ortasında– yalnızlıktan yakınarak ağlıyoruz. Diğerleriyle birlikte. Ama nazar değmesin, hayatta kalma reflekslerimiz, ölümlü olduklarını bilmeyen hayvanlarınkiyle neredeyse denk. Öte yandan, tutunmak için sımsıkı sarıldığımız kurmacalardaki yalanların bini bir para. Kendimiz hakkında da çok fikrimiz olmadığı ortada. Zuckerberg’den kesinlikle daha dışa dönük bir iletişim gücümüz damarlarımızda ama Küçük Bush’unkinden daha iyi bir kalbi taşımadığımız ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız. Hepimiz benliğimizde insan olmanın tüm hallerini tutuyoruz. Yalan mı? Evimiz sandığımız “dil” özgürleştirici, aynı zamanda hapishanemiz. Öyle değil mi?


 
David Shields’ın, hem zihin açıcı hem de doyurucu olan Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı adlı kitabını okumanın sakıncalarından birisi önce güzel güzel bunlara inanmak, ardından bu önerilerin karşıt olanlarını da kabul etmek. Bu çıldırtıcı dikotomi, Woody Allen sineması kadar göz alıcı, zekice. Hem kalbe hem beyne. Mizah dolu, yanı sıra ironik ve hoşsohbet. Bu kitap hakkında yazmanın tehlikesi ise, açık açık söylemek lazım, her paragrafının ilham verici olması sorunu. Her satırın altını çizerken, üzerine kahve dökebilirsiniz ama bunu umursamazsınız, okumaya devam edersiniz. Sayfalarını buruşturup iyice gerdiğiniz için zamkının işlevini tarihe gömersiniz. Dostlarınız, sayfaların arasında ekmek kırıntılarına rastlayabilir, çünkü siz atıştırırken kitabı elinizden bırakamamışsınızdır. Çok yıprandıysa yenisini alın, nasıl olsa yeniden okuyacaksınız. David Shields bu kitabını, kendi kurmaca iştahını açıklamaya çalışan, bu şehvetin anlamı ile anlamsızlığı arasında kalan, okuduğu her metni tekrar tekrar yapan küçük, özel azınlık için yazmış. Edebiyat hayatımızı kurtarır mı, kitabın başında bunu pek kestiremiyoruz, ancak kitabın ardından da yine şunu biliyoruz: ne onunla ne onsuz.

 

 

David Shields, ağzına çakıl taşı alıp konuşma kusurlarını gidermeye çalışan Cicero gibi içe dönük, sıkıntılı bir çocukluk geçirmiş. Zaman ilerledikçe, tutkuyla bağlandığı okuma ve yazma tutkusu yardımıyla kelimeleri istediği biçimde kullanmış. Eğip bükerek. Kitabın okuru olarak bizim sahip olduğumuz avantaj; David Shields’ın kendi kroniğinin aşk, ağır melankoli, başarılı cinsellik, eğitim, aile, kenterlik, sarsıntılar gibi ayrıntılarını, belleğinde şimşekler çaktıran metinler ve onların yazarları, filmler, şarkılar eşliğinde gezip dolaşmamız. Kolajlardan oluşan kitabın ilk deseni kendimize, gerçeklerimize itiraz etmek. Örneğin aşkın kusursuz olarak ilan edilmesi, başlı başına insanlık kusuru; ve bu yanılsama, edim olarak öğrenildiğinde, çok can yakıcı olabiliyor. O kadar ki, insanın taşıyamayacağı bir gerçeklik düzeyinde. Hayat zor. Shields, hem aşk hem de diğer ağır gerçekliklerin seyreltilmesinin en iyi yolunun kurmaca olduğu savıyla karşımıza çıkıyor. Aşkla birlikte desenlerden birisi melankoli, diğeri ölüm ve insanda oluşturduğu kafa karışıklığı. Kurmaca gibi. Bu sayfalarda, aşkın ölüm tarifleri konusunda en yaratıcı adamı olarak Obama’yı ilan ediyor Shields. Hayat fani, ölüm ani. Yine romanlar, filmler ve medya aracılığıyla kendimizin, ayrıca başkasının öleceği gerçeğine karşı oyuncaklar geliştiriliyor oyalanmak için. Yazarın bir başka kitabının başlığında olduğu gibi: Hayat İyi Hoş da, Sonunda Hepimiz Öleceğiz!. Ne iyi ki sanat var, bizi avutacak. Bir sonraki rengimiz intiharlı ölüm. Eğer edebiyatın lezzetiyle karşılaşmamışsak, intihar işten bile değil. Edebiyatın ölümü geciktirici özellikleri vardır; bu, bizi tatlı tatlı oyalar. Özellikle yazarken. Romanlar birer otobiyografidir dersek, insan kurmaca yazarken kesinlikle iyi vakit geçirir. Kendimizin kuytuluklarına sokulmayı ve ifşayı severiz. İkisini de aynı anda.



Çağımızın dikkat dağınıklığı

 

“Tüm büyük kitaplar, yazarın dişlerinin dökülmesiyle son bulur.” Yazar, önce kendisinin canını yakmalı, okları kendisine fırlatmalı. Çırılçıplak kalıp, ama çırılçıplak, insanın tüm çıplaklığıyla hakikat zerrelerini sunmalı evlatlarına. David Shields, üç aşağı beş yukarı, aynı zamanda bunları da düşünüyor, bunları dillendirirken bir de okuma listesini nedenleriyle sunuyor. Bu listeyi Barnes, Brautigan, Carson, Cioran, Cheever, Duras, Sebald, Lerner, Galeano, Foer, Nabakov, Vonnegut, özellikle Sebald ve Galeano’nun Kucaklaşmanın Kitabı’yla anması ne hoş. Kitabın başından sonuna değin çok geniş bir bibliyotek mevcut. İştah açıcı. Bu bibliyotekte tür tanımı yok, tür şovenizminden rahatsız. Tek ayrımını, “Ben sanat ve yaşamı mümkün olan en ince zarla ayıran yazarın hayatta olmayı nasıl çözümlediği konusunu ön plana çıkaran eserleri önemsiyorum,” yordamıyla açıklıyor.



Son desenlere ulaşırken içimizden geçenler okunuyor kitapta: bir kurmaca metni kalıpları kırmalı, ancak bu yolla büyük yapıt kimliğine kavuşabilir, diyor Shields. Peki büyük yapıtlar bir yerlerde yazılıyor mu bugün? Bekleyelim mi? Şu zamanlarda edebiyatın geçmiş dönemlere göre etkisi, işlevi, görgüsü, bilinci acaba hâlâ geçerli mi? Kendisinin de sorduğu üzere, acaba koşullar değişti mi? Nasıl yani, roman ölüyor mu? Sorularımızı derleyip toparlayan Shields, “artık öyle bir yerlerde büyük yapıtların yazıldığı falan yok,” diyor. Bir bakıma büyük zihin dağınıklığından söz açıyor. Bırakın hacimli bir romana gösterilmesi gereken sabrı, insanların 90 dakikalık bir filme tahammülleri bile kalmadı. “Facebook ulusu” karşısında Marshall McLuhan’ın gıcır gıcır teoremleri bile eskidi. Netflix’le 40 dakika film, bir dakika soluklanma, sonra yine 40 dakika seansları alıyor. “Muhtemelen Shakespeare bugünden otuz yıl sonra dünyaya gelseydi feci bir hacker olurdu.” Shields ileride yeni yazarların yazılımcılar olacağını vurguluyor. Ekliyor: “insanlar kurmaktan, yazmaktan vazgeçmeyecekler.” Mailller, mesajlar: her şey kurmaca materyali olabilir. “Bunda bir sorun yok,” diyor. Bu dünyaya ancak kurmacanın gerçekliği ile katlanılır zaten.



Shields bugüne kadar edebiyat üzerine söylenenlerin aynısını söyler gibi görünüyor, evet öyle yapıyor ama cesurca, öncekileri kıskandıracak boyutta tüm sınırları zorlamış. Çağımız okurunun etrafını kalın duvarlarla çevreliyor, tabii onların iyiliği için, ama adım başı geçitler, kapılar da inşa etmiş. İstediklerinde kurmacanın sağladığı özgürlüğe sahip olmaları için. Oldukça yapay, sıkıcı, burnu büyük meclislerde, edebiyatın yerin yedi kat altına dehlizli labirentlerin gizemine indirgenmesinden ve göğün yedi kat üstüne, kimsenin bilmediği bulutların üzerine yükseltilmesinden uzaklaştırıp yeryüzünde, “anlaşılır” bir yere bırakıyor. Abartmayın, diyor kurmaca düşkünlerine, ne edebiyatla ne edebiyatsız yapabiliyorsunuz, ama abartmayın onu, ölüm var. Hatta ölüm var, kesinlikle abartın.

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Deniz Karagül

 

 

SabitFikir arşivinden ek okuma: Üstatlara ve başyapıtlara son

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.