Geride bıraktığımız birkaç yüzyılın bizi savurup attığı yerden türe dair herkesin hemfikir olduğu, kesin sınırları olan bir tanım yapamasak da fantastik bir hikâye dinleyeceğimiz zaman hemen hepimizin karşılaşmayı umdukları üç aşağı beş yukarı bellidir. Güzellikleri gözlerimizi kamaştıran elfler, onuru için yaşayan şövalyeler, yarım akıllı troller, çirkin goblinler vs. Hiç kuşkusuz bunda özünde mitlerin yeniden yorumlanması olan fantastik edebiyatın kurucu metinlerinin zaman içerisinde kendilerinin mitleşerek ardı sıra gelenleri etkilemesinin ve elbette içinden doğdukları hâkim kültürün zihinlerimizdeki tahakkümünün etkisi büyük. Öte yandan hiçbirimizin bu metinlerle, sözünü ettiğim kültürün bir mensubunun kurduğu türden bir ilişki kuramayacağımız da gerçek. Her ne kadar dijital devrim ve beraberinde getirdiği enstrümanlarla kültürel sınırlar silikleşmiş ve bilhassa Batı harici kültürlerin kökleriyle olan bağı zayıfmış olsa da; bu metinlerle kurduğumuz ilişki her zaman bir parça sentetik ve etkileşimden ziyade maruz kalma şeklinde olacak. Yine de zaman zaman karşılaştığımız kimi hikâyeler, beslendikleri kaynaklar itibariyle bu güçlü tahakkümün etkilerinden sıyrılabiliyor. Geçtiğimiz ay Ketebe Yayınları’nın okur ile buluşturduğu Peri Palas da bunlardan biri.
Masalsı bir diyar
Destansı aşkları sayesinde ölümden sonra bile birbirlerinden kopmamayı başarmış bir çiftin acayiplere hizmet vermek üzere işlettiği Peri Palas isimli pansiyonun merkezine yerleştiği roman Ömer Faruk Yazıcı’nın ikinci kitabı. Daha önce Alemlerin Çöpçatanı ile kültürümüzden motifler taşıyan fantastik öykülerini okuduğumuz Yazıcı, Peri Palas’ta da hepimizin masallardan aşina olduğu figürleri hikâyesine dahil etmekten vazgeçmemiş. Gulyabaniler, kaftarlar, cinler, karabasanlar, oburlar, alkarıları hasılı coğrafyamızın kolektif bilincinde yer etmiş türlü türlü acayip mahlukun boy gösterdiği roman boyunca İstanbul’un büyülü yanına, fani gözlere inen perdelerce gizlenmiş masalsı bir diyara konuk oluyoruz.
Kendi adıma roman ya da öykü, türün temel unsurlarındaki yetkinlik bir yana bize ait, köklerimizden beslenen her eserin son derece değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun bir taassuptan ziyade bu tür hikâyelerin muhataplarında daha sahici ve güçlü etkiler yaratabilmesinden kaynaklandığını da söylemeliyim. Nihayetinde bir hikâyenin asıl işlevi ancak muhatabının onunla anlamlı ilişkiler kurmasıyla gerçekleşebilir. Bugün hemen hiçbirimiz dinlediğimiz hikâyelerden, arkaik insanın mitler ve masallarda işittiklerini kolayca kendi gerçekliğine dahil etmesi gibi doğrudan etkilenemiyoruz. Zira karşılaştığımız şeyin kurmaca olduğuna ve dünyanın başka türlü işlediğine ikna olmuş durumdayız. Öte yandan hepimizin içinde kararlı bir ses durmaksızın, yeryüzündeki tecrübemizin aklımızın kuşattığından ibaret olmadığını fısıldıyor. Tam da bu noktada Peri Palas gibi hikâyeler bir adım öne çıkarak kurmaca gördüklerimizle yetinmemeye, o kararlı sese biraz daha dikkatle kulak kabartmaya davet ediyor bizleri. Sözünü ettiğim kıymet işte tam olarak buradan, tanıdığımız, bildiğimiz unsurların dahil edilmesiyle kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınırın silikleşmesinden doğuyor.
Yeni yorum gönder