Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

En Güzel Hikayeleri Ölüler Anlatır



Toplam oy: 145
Destansı aşkları sayesinde ölümden sonra bile birbirlerinden kopmamayı başarmış bir çiftin acayiplere hizmet vermek üzere işlettiği Peri Palas isimli pansiyonun merkezine yerleştiği roman Ömer Faruk Yazıcı’nın ikinci kitabı. Daha önce Alemlerin Çöpçatanı ile kültürümüzden motifler taşıyan fantastik öykülerini okuduğumuz Yazıcı, Peri Palas’ta da hepimizin masallardan aşina olduğu figürleri hikâyesine dahil etmekten vazgeçmemiş.

Geride bıraktığımız birkaç yüzyılın bizi savurup attığı yerden türe dair herkesin hemfikir olduğu, kesin sınırları olan bir tanım yapamasak da fantastik bir hikâye dinleyeceğimiz zaman hemen hepimizin karşılaşmayı umdukları üç aşağı beş yukarı bellidir. Güzellikleri gözlerimizi kamaştıran elfler, onuru için yaşayan şövalyeler, yarım akıllı troller, çirkin goblinler vs. Hiç kuşkusuz bunda özünde mitlerin yeniden yorumlanması olan fantastik edebiyatın kurucu metinlerinin zaman içerisinde kendilerinin mitleşerek ardı sıra gelenleri etkilemesinin ve elbette içinden doğdukları hâkim kültürün zihinlerimizdeki tahakkümünün etkisi büyük. Öte yandan hiçbirimizin bu metinlerle, sözünü ettiğim kültürün bir mensubunun kurduğu türden bir ilişki kuramayacağımız da gerçek. Her ne kadar dijital devrim ve beraberinde getirdiği enstrümanlarla kültürel sınırlar silikleşmiş ve bilhassa Batı harici kültürlerin kökleriyle olan bağı zayıfmış olsa da; bu metinlerle kurduğumuz ilişki her zaman bir parça sentetik ve etkileşimden ziyade maruz kalma şeklinde olacak. Yine de zaman zaman karşılaştığımız kimi hikâyeler, beslendikleri kaynaklar itibariyle bu güçlü tahakkümün etkilerinden sıyrılabiliyor. Geçtiğimiz ay Ketebe Yayınları’nın okur ile buluşturduğu Peri Palas da bunlardan biri.

 

Masalsı bir diyar

 

Destansı aşkları sayesinde ölümden sonra bile birbirlerinden kopmamayı başarmış bir çiftin acayiplere hizmet vermek üzere işlettiği Peri Palas isimli pansiyonun merkezine yerleştiği roman Ömer Faruk Yazıcı’nın ikinci kitabı. Daha önce Alemlerin Çöpçatanı ile kültürümüzden motifler taşıyan fantastik öykülerini okuduğumuz Yazıcı, Peri Palas’ta da hepimizin masallardan aşina olduğu figürleri hikâyesine dahil etmekten vazgeçmemiş. Gulyabaniler, kaftarlar, cinler, karabasanlar, oburlar, alkarıları hasılı coğrafyamızın kolektif bilincinde yer etmiş türlü türlü acayip mahlukun boy gösterdiği roman boyunca İstanbul’un büyülü yanına, fani gözlere inen perdelerce gizlenmiş masalsı bir diyara konuk oluyoruz.

 

Kendi adıma roman ya da öykü, türün temel unsurlarındaki yetkinlik bir yana bize ait, köklerimizden beslenen her eserin son derece değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun bir taassuptan ziyade bu tür hikâyelerin muhataplarında daha sahici ve güçlü etkiler yaratabilmesinden kaynaklandığını da söylemeliyim. Nihayetinde bir hikâyenin asıl işlevi ancak muhatabının onunla anlamlı ilişkiler kurmasıyla gerçekleşebilir. Bugün hemen hiçbirimiz dinlediğimiz hikâyelerden, arkaik insanın mitler ve masallarda işittiklerini kolayca kendi gerçekliğine dahil etmesi gibi doğrudan etkilenemiyoruz. Zira karşılaştığımız şeyin kurmaca olduğuna ve dünyanın başka türlü işlediğine ikna olmuş durumdayız. Öte yandan hepimizin içinde kararlı bir ses durmaksızın, yeryüzündeki tecrübemizin aklımızın kuşattığından ibaret olmadığını fısıldıyor. Tam da bu noktada Peri Palas gibi hikâyeler bir adım öne çıkarak kurmaca gördüklerimizle yetinmemeye, o kararlı sese biraz daha dikkatle kulak kabartmaya davet ediyor bizleri. Sözünü ettiğim kıymet işte tam olarak buradan, tanıdığımız, bildiğimiz unsurların dahil edilmesiyle kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınırın silikleşmesinden doğuyor.

Yerli fantastik ve korku edebiyatı için dikkate değer
Fakat Peri Palas’ın roman formunun gereklilikleri açısından aksayan yönleri de yok değil. Peri Palas’ın bir romandan beklediğimiz bütünlüğü oluşturmada bir parça başarısız olduğunu söyleyebiliriz. Hızlı sayılabilecek bir girişin ardından Peri Palas’ın lobisinden içeri adımımızı attıktan sonra uzunca bir süre kurgunun omurgası olarak kabul edebileceğimiz bir hikâye ile karşılaşmadığımız kitap, sırası gelen mahlukun okura tanıtıldığı bir tür geçit töreni hissi uyandırarak devam ediyor. Elbette yazar bunu okurunun inşa ettiği dünyaya aşinalık kazanması ve diyarının figürlerini tanıması için tercih etmiş olabilir. Ömer Faruk Yazıcı, romanın ikinci yarısında bölümler arası bağlantıları kurup anlatı zamanını hem geriye hem de ileriye doğru genişletilerek bu aksamayı büyük oranda gideriyor.
Ömer Faruk Yazıcı yerli fantastik ve korku edebiyatı için dikkate değer çalışmaları olan, çalışkan bir isim. Romanı okurken bu kararlı çabanın ve ciddi bir bilgi birikiminin izleri kolayca görülebiliyor. Elinde kutsal suyu demonları kovalayan kahramanlarla sıkça karşılaştığımız zamanlarda, tılsımlı gömleği, efsunları ve nefesine kuvvet veren duaları ile habis mahlukların peşine düşen bir cadugerin maceralarını okumak isteyenler için Peri Palas kusursuz bir seçenek.
Kısa kısa

• Fantastik edebiyatın en prestijli ödülleri arasında yer alan ve 1975 yılından bu yana düzenli olarak verilen Dünya Fantezi Ödülleri koranavirüs pandemisinin gölgesinde düzenlenen çevrimiçi törenle sahiplerini buldu. En İyi Roman Ödülü henüz Türkçe okuma imkânı bulamadığımız Kacen Callender’ın Queen of the Conquared’ına giderken, En İyi Novella Ödülüne Silver in the Wood ile Emily Tesh layık görüldü.


• Christopher Tolkien’i bu yılın başında kaybetmemizin ardından üzülerek de olsa Orta Dünya’ya dair J.R.R. Tolkien’in çalışmalarını kaynak alan yeni bir eserin gelmeyeceğini kabullenmiştik. Ancak geçtiğimiz günlerde duyduğumuz haberler hepimiz için ufak bir teselli oldu. Zira Orta Dünya için yeni bir eser yolda. Tolkien üzerine çalışmaları ile tanınan ve Elf Dilleri Birliği Başkanlığı gibi sıra dışı bir ünvanı da taşıyan Carl F. Hostetter’in derlediği The Nature of Middle Earth okurla buluşmayı bekliyor. Hotsetter’in oğul Tolkien ile de çalıştığı dikkate alınırsa Tolkien’in makalelerinden oluşan ve kısa süre içinde dilimize kazandırılması beklenen eserin Orta Dünya tutkunlarını memnun edeceği kesin.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.