

İngiliz asıllı ABD’li yazar Christopher Isherwood’un yarı otobiyografik romanı Hoşça Kal Berlin 1930’lu yılların Berlin’ini, Almanya’nın Nazi iktidarı öncesi durumunu, kısacası dekadans dönemini altı hikaye etrafında anlatan ilginç ve önemli bir roman. Kuşkusuz Isherwood’un yazarlığını da ‘ilginç’ ve ‘önemli’ sözcükleriyle nitelemek mümkün.
Hemen hemen bütün metinlerinde kendi hayatından izlenimler serpiştiren, o dönemin toplumsal değerleri ve ahlak ölçütleriyle çatışan Isherwood kendisinden sonraki kuşaklar, özellikle ‘undergorund’ yazarlar üzerinde etkili olmuştu.
Asıl ismi Christopher William Bradshaw Isherwood. 1904 yılında Cheshire’da (İngiltere) doğdu. On yaşında babasını kaybetti. Küçük yaşlardan itibaren yazma denemeleri yapmaya başladı. İngiltere’nin muhafazakar yapısı Isherwood’un genç yaşta keşfettiği eşcinselliğini özgürce yaşamasına uygun değildi. Bu nedenle 1929 yılında eşcinsel alt kültürüyle ünlü Berlin’e yerleşti. Özel dersler vererek dört yıl kaldığı Berlin’de yaşadıkları Mr. Norris Changes Trains (1935) ve Goodbye to Berlin / Hoşça Kal Berlin (1939) romanlarının konusu oldu (Bu iki roman daha sonra The Berlin Stories adı altında bir arada yayımlamış ve 1951 yılında I Am a Camera (1951) adlı oyuna, 1955 yılında ise I Am a Camera adlı filme uyarlanmıştır. Aynı oyun Brodway’e Cabaret müzikali olarak taşındı. Cabaret 1972’de Bob Foss tarafından sinemaya aktarıldığında Liza Minelli’ye büyük bir ün sağlayacaktı.)
Almanya’nın kötü gidişatının farkındalığıyla Berlin’den ayrılan Isherwood 1938’de Çin’e, kısa sürelerle Hollanda, Danimarka, İspanya ve Portekiz’e seyahatler yaptı. 1939’da, hayatının sonuna dek yaşayacağı ABD’ye yerleşti. Yazmayı sürdürdü, Hollywood’a senaryolar üretti, Hindu metinlerinin İngilizceye çevrilmesi üzerinde çalıştı. 1986’da Kaliforniya’da öldü. Çok sayıda roman, öykü ve anı kitabı, oyun ve senaryo yazan Isherwood’un en önemi romanları arasında Mr Norris Changes Trains (1935), Goodbye to Berlin (1939), Down There On A Visit (1962), A Single Man (1964) isimleri sayılabilir.
"Ben Bir Kamerayım"
Tesadüfe bakın ki, anlatıcının adı da Christopher Isherwood’dur, komünist sempatizanı bir İngiliz. Yazar olmayı hedefleyen genç bir adam. Zengin çocuklarına İngilizce dersler vererek geçimini temin etmeye çalışmakla beraber durumu pek parlak sayılmaz. Fahişelerin, tuhaf marjinal tiplerin, yaşlı şarkıcıların barındığı ucuz bir pansiyona yerleşir. Ama yine de -deyim yerindeyse- ‘kuyruğu dik tutacak’, biraz da gençliğin heyecanından, fırsat buldukça Berlin gece hayatına ‘akacaktır’. Zengin bir adamla evlenip ‘gemisini kurtarma’ derdindeki kabare şarkıcısı Sally Bowles ile bu sayede tanışır. Ders verdiği genç kızlar sayesinde zengin Alman aileleri, genellikle Yahudileri de katılır hikayeye, sonra eşcinsel çevreler, Nazilere direnmeye çalışan işçiler ve nihayet Naziler…
Anlatıcı Berlin’de bir yabancı olduğunun farkındalığıyla, olaylara müdahil olmaktan ziyade gidişata yazıklanan bir gözlemci kimliğiyle karşılaştığı insanları, olayları ve mekanları titizlikle ‘fotoğraflayacaktır’. Ne yazık ki fotoğraflardan yansıyanlar Isherwood’u –ve oyuncuyu- insandan yana umutsuzluğa sürükleyecek kadar irkiltici ya da karanlık görüntülerle dolu. Nazilerin ayak takımı SA’ların sokakları kaz adımlarıyla arşınlayıp ahlak bekçiliği yaptığı günler faşizm iktidarının habercisi. Bu aynı zamanda Berlin’de kozmopolit çağın kapanacağını, farklılıklara yaşama hakkı tanınmayacağını da ilan ediyor.
Hitler’i iktidara taşıyan seçim sandıkları açılırken, farklı yaşam biçimiyle Isherwood için de veda vakti gelmiştir:
“… Gramofon çalıyordu. Ta ötelerde, kentin içinde, oylar sayılıyordu şu anda. Natalia’yı düşündüm: Belki de tam zamanında kurtulmuştu. Karar kaç kez ertelenirse ertelensin, tüm bu insanlar kötü bir sona mahkumdu. Bu akşam, bir felaketin kostümlü provasıydı. Bir dönemin son gecesi gibiydi.”
Boğuntuyu edebiyatla aşmak
Christer Isherwood romanlarının hayat hikayesinden esinlendiğini gizlememekle kalmaz, çoğu zaman anlatıcı rolünü de kendi ismini taşıyan bir karaktere verir. Ya da o karakterin Isherwood olduğu her halinden bellidir. Isherwood hiç bir zaman anı-roman yazmak niyetinde olmamıştır. Beki de bu nedenledir, Hoşça Kal Berlin’in önsözünde gerçek Christopher Isherwood ile kurmacası arasındaki farkı biraz esprili bir dille şöyle özetliyor: “Bu romanın anlatıcısına kendi ismimi vermiş olmam, okuyucuların, romanı sayfalarının tamamen otobiyografik olduğunu veya karakterlerin gerçek kişilerin iftira derecesinde birebir portreleri olduğunu varsayma hakları olduğu anlamına gelmiyor. Christopher Isherwood kullanışlı bir vantrilok kuklasıydı, o kadar”.
Romanda anlatıcı rolünü Christopher Isherwood adlı bir karaktere yüklemek yazarın oyunbazlığından değil. Hikayeye dahil olan ama roman kahramanı olmaktan ziyade roman kişilerini ve olayları okuyucuya aktaran nötr bir kişilik sergileyen kurgusal Isherwood sayesinde eksen kaydırmayı, okuyucu ile roman kahramanları arasında mesafe koymayı amaçlıyor. Bu aynı zamanda okuyucuyu, anlatıcıyla aynı seviyeye yükseltmeyi önüne koyan bir biçim denemesi.
Fotoğraf kamerası yerine kalemiyle kayıt ettiği yaşanmışlıkları Hoşça Kal Berlin’de görselliği gözeten bir anlatımla romanlaştırmış Isherwood. İşte bu üslup, kısa ‘sahne’lerden oluşan, hızlı tempolu, olayların kenarında duran bir ‘göz’ün bakışının egemen olduğu sinematografik üslup, Isherwood’un romancılığının en önemli teknik özelliği olarak gösteriliyor.
Hoşça Kal Berlin’de ekonomik buhranı totaliter bir iktidarla çözme yolunda ilerleyen Almanya’daki toplumsal durumu yansıtmış Isherwood. Kamerası yoksulluğu, çaresizliği, suçu ‘ötekine’ atma refleksinin ardındaki faşizan ideolojiyi, şiddetin meşrulaştırılmasını, hiç görülmemesi gereken daha pek çok kötülüğü görmüş; hiç de görmek istemediği halde:
“Hayır, şimdi bile bu olup bitenlerin gerçekten yaşandığına tam anlamıyla inanamıyorum…”
Bu tür romanların izlenimci gerçekçiliği çoğu zaman şu "topluma ayna tutma" meselesiyle karıştırılabiliyor. Isherwood, savaş öncesi Berlin'i anlatırken aslında kültürel/ruhsal bir çöküşün betimlemesini yapıyor; yani bir bakıma savaştan sonra Berlin'in alacağı enkaz görünümünün, 20-25 yıl öncesinde Berlin'in ruhunda yaşandığını görüyor, gösteriyor. Savaş yanlılığının, şiddetin ve ırkçılığın yükseldiği bu çürüme halinde insanlığın aslında "yeraltı"na kaçtığını, fuhuş batakhanelerinde, gizli eşcinsel kulüplerinde sığınak bulduğunu... Hoşça Kal Berlin, denmesi bu yüzden; öykülerin ortak noktalarından birisi, "aşk ilişkisinin kurulamaması. Kimse kendini bir başkasına bırakamıyor.
Yeni yorum gönder