

Size bir insanın en temel fiziksel ihtiyaçlarını sorsam, tereddüt etmeksizin su ve yemek der, büyük olasılıkla da uykuyu unuturdunuz. Oysa hiç uyumayan bir insan uykusuzluğunun sekizinci gününde “uyku mahrumiyeti psikozuna” giriyor, yani aklını yitirmeye başlıyor; tümden çöküş ve ölüm için ise sadece otuz iki gün yetiyor. Üstelik hiç uyumamak insanın sürekli kendisi olması, kendisi olmaya bir an bile mola verememesi demek; ki bunu çekilmez bulmayacak bir kişi bile yoktur sanırım. Bu arada uykusuzluk çekmek ile hiç uyumamanın başka şeyler olduğunu da hatırlatmak isterim; çünkü uykusuzlar bile aslında biraz uyurlar.
Uyku –daha doğrusu uyku yokluğu– edebiyatın ilgi alanına da bugüne dek defalarca girdi. Her geçen gün biraz daha az uyuyarak, gerçeğin hayalden ayırt edilemediği bir dünyaya kayan başkarakteriyle Stephen King’in Uykusuzluk romanını; uykunun tutmadığı bir gecede çareyi kendisine hikayeler anlatmakta bulan kahramanıyla Paul Auster’ın Karanlıktaki Adam’ını; uyuduğunu sandığı zamanlarda aslında kontrolü ikinci kişiliğine bırakan, uykusuzluktan muzdarip anakarakteriyle Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’nü; artık uykuya ihtiyaç duymayan başkarakteriyle Haruki Murakami’nin Uyku’sunu sayabiliriz. İnsanların büyük bölümünün hiç uyuyamadığı distopik bir dünyayı anlatan Uyuyamayanlar da bu kitapların Türkçedeki son örneği...
Karakterler bir yana, uykusuzluğu, yazarlara da sıklıkla musallat olan bir dert gibi de düşünebiliriz pekala. Örneğin The Guardian için 2014’te “Uykusuzluk ve Ben” başlıklı bir makale kaleme alan Palahniuk, Chelsea Cain’in yazarların meslek hayatlarına uykuya geçebilmek için kendilerine hikayeler anlatarak başladıklarına, zamanla bu hikayeleri detaylandırarak geliştirdiklerine ilişkin sözlerini aktarıyor; söz konusu Tolkien’ken bile kitapların uyuyabilecek kadar gevşeme çabasının bir sonucu, yani birer ninni sayılması gerektiğini öne sürüyordu. Uyku tutmayanlara kitap okumalarının önerilmesi de bu noktada bütünleyici bir bağlam sunuyor.
Uyuyamayanlar’ın yazarı Adrian Barnes da kanserle mücadele ettiği günlerde yolu uykusuzlukla sık sık kesişenlerden... Slate’e verdiği röportajda, uykusuzluğu kötü bir şey olarak algılamadığını anlatan Barnes, “Artık bütün evreni görebiliyorum, eski dünyayı kaybettim; ve bu çok güzel,” diyordu. Bu bakış açısının izini kitabında da sürmek mümkün. Uyuyamayan ve bir süre sonra aklını yitirmeye başlayan insanların değişen algıları, halüsinasyonları ve şiddet eğilimleriyle başkalaşan dünyanın eski kelimelerle tanımlanamadığını öne süren Barnes, başkarakterinin yazmakta olduğu “Nod” adlı etimoloji kitabı vasıtasıyla, bu dünyayı eskisinde yer bulamayarak unutulan kelimelerle tarif etmeye çalışıyor. Nod, “İncil’de Kabil’in Adem toprağından kovulduğunda yollandığı diyarın adı”; ayrıca kitabın özgün ismi de bu.
Senaristlerin ve yapımcıların ilgisini çokça çekecek tohumlar barındıran Uyuyamayanlar’ı sinemaya ya da televizyona uyarlanmadan önce mutlaka okuyun. Bu kitabı bitirdikten sonra –eğer hâlâ uykunuz gelmediyse– diğer “uykusuz” kitaplara da geçersiniz belki.
Görsel: Muhammed Ali Üzen
Yeni yorum gönder