İlk okuduğum ve aklıma kazınan kitap Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı idi. Sonraları büyüdüğüm şehirden tamamıyla yabancı bir şehre geldiğimde o kitabı ilk okuduğum güne geri döndüğümü sanmıştım. Küçük turuncu bir balık... Sonraları hayatıma Ursula Le Guin girdi. Balık olmaktan çıkıp dağ başlarında dolanan ve evrenin gerçek kelimelerini öğrenmeye çalışan bir çocuk-kadın olarak hayal ettim kendimi. Yeryüzüne ağırlığımı fazlaca vermeden hareket etmeyi kendime öğrettim.
Aklımın içerisine Behrengi’yi ve Le Guin’i yeniden çağıran ise Deniz Gezgin’in ikinci romanı Yerkuşağı oldu. Bedenin ve aklın ritmini bozup taze ve yeni bir hafiflikle her şeye rağmen devam edebilme gücünün yeryüzünde olduğunu ve bütün canlıların aslında hem birbirlerine ait hem birbirlerinden tamamıyla bağımsız olduklarını, varoluşun tek seferlik bir hüner değil aslında evrenle bir bütün olduğunu ve büyümenin sonsuzluğunu hatırlattı Deniz Gezgin. Yazar gören gözlerle bakmanın insana verdiği hayal gücüyle yazmış romanını; bir yandan görünen bir acı ve kederle, bir yandan bulmanın verdiği korku ve neşeyle.
Yerkuşağı okurunun aklının sınırlarını zorlayan bir roman. Deniz Gezgin kahramanlarının varlık biçimlerini ve dillerini bozmayı uygun görmüş. Bir şekilde her şeyin bir parçası olabilen Hagrin, kulakları evrenin seslerine diğer bütün seslerden daha açık olan Moy ve kendini son anda ısırılmaktan kurtaran Şuri. Ve bir ütopya gibi görünen el değilmemiş yer olan “yok yer”den bahsediyor Gezgin. İnsanın çoğunluğuyla iyiden uzaklaşıp kötüye dönüştürdüğü evrenin saklı bir köşesinden ziyade bir buluttan bahseder gibi bahsediyor yok yerden. Kim bilir belki de zihnimizin içidir orası, hâlâ iyiliği çağıran ya da onu anımsamaya çalışan o küçücük alan.
Deniz Gezgin varlıkların kimyasıyla oynamayı tercih ediyor. Bir yandan insana yaklaştırıp, yaklaştıkça insanın ne kadar korkulacak bir varlık olduğunu tekrar tekrar anımsatıyor. Sadece çocukları ayrı tutuyor. Romanın benim için en ilginç bölümlerinden biri, yeni doğanların ve çocukların tasvir edildiği bölüm oldu. Çocukların doğaüstü güçlerinin olduğunu ve bu yüzden hayal gücünün de doğaüstü olduğunu iddia ediyor yazar. Gezgin bu romanı yazarken anladığım kadarıyla en temelde olan bir güdüyle, dünyaya nasıl katlanıldığını bir çocuğun diliyle anlatmayı tercih etmiş. O yüzden belki de insanların seslerini duyulmaz kılarken; doğanın, özellikle hayvanların seslerini duyulabilir kılmış. Her derdini kelimelerle anlatmayı deneyip manayı alt üst eden ve söyledikleri mütemadiyen anlaşılmayan –çoğu kendini dahi anlamaz– insanlara aslında biraz susup içlerine dönmeyi tavsiye eder bir hali var Yerkuşağı’nın. Meramı konuşmak ya da anlatmaktan öte, dinlemekle ve gerçeği duymaya çalışmakla alakalı.
Ahraz romanından sonra Deniz Gezgin’in kendine ait bir dili aradığına ve bu dili kendince besleyip büyüttüğüne tanık olmak bir okur olarak oldukça hoş. Okuduğu alanın arkeoloji olması ve araştırma kitaplarının mitoslarla (yazarın bitki-hayvan-su mitoslarıyla ilgili üç kitabı bulunmakta) ilgili olması da Gezgin’in hayal gücünü kuvvetlendiren parçalar olsa gerek. Bütün bunların dışında Yerkuşağı kendi ritmi olan, sanki insana uyuması için gerçeğin masalını bir ninni gibi kulağına fısıldayan, rüyanıza giren bir roman. Sabah uyandığınızda o gece duyduğunuz en son sesi arama arzusuna neden oluyor. Fakat hayat gailelerinin bulmanıza asla izin vermediği o sesin bir yankısı adeta Yerkuşağı.
İnsanların yeryüzüne bakışlarını, hayatı boyunca her daim eşini arayıp bir bütün olmayı arzulayan insanın evrenin bütünlüğüne verdiği zararı ve bu zararı vermekten aldığı hazzı eleştiriyor Yerkuşağı. Tüketmenin sadece ürünler için değil, insanlar için olduğunu sıklıkla vurguluyor. Zamanı kavrama ve sayarak yaşama halimizle eğleniyor. İnsanın zaaflarına, o zaafları öteleme hallerine ya da elde ederken dönüştürdükleri hazlara değiniyor. Bunun içerisinde yemekten aşka, aşktan konuşmaya, konuşmaktan didişmeye varan binbir çeşit iletişim biçimini küçültüyor. Hafiflikte, sakinlikte ve sessizlikte kendince yok yerde bir gerçeklik düzlemi yaratıyor.
Ahraz’da dünyanın yükünü sırtında taşıyan Adile ile ağır ağır yol alan Gezgin, Yerkuşağı’nda kendini lamekan bırakıyor. İki romanın arasında beş yıl geçmiş olmasına rağmen birbirlerine el verenlerin romanlar olması belki de beş yıl içerisinde dünyanın hal ve gidişatıyla ilgilidir. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımızla hiç istemesek bile bir şekilde dönüşüyor ya da kendimizi git gide kapatır hale geliyoruz. Yerkuşağı bu manada bir ıstırabın dile gelme biçimi, görüntünün biçim değiştirmesi, tam manasıyla öze dönmenin romanı.
İnsanın sırf konuşmayı öğrendiği için kelimeye sahip olduğunu sanıyor. Ağzımızdan çıkanla söylemek istediklerimiz ve karşımızdakilerin anladıkları arasında yerle gök kadar fark olmasının nedeni budur belki de.
Yeni yorum gönder