1947 Londra doğumlu bir müzisyeni konu eden bu yazıya İngilizce bir cümleyle başlayayım: “David Bowie is not my cup tea.” Müziği sevmek, her müzisyeni sevmek anlamına gelmiyor tabii, biliyorum, ama David Bowie benim kalemim değil. Daha doğrusu öyleydi. Ama Simon Critchley’in kitabını okuduktan sonra, bir de onun gözüyle bakacağım Bowie’ye.
1983’teki “Let’s Dance”den daha geriye gidemiyor David Bowie ile tanışmam. Güzel şarkıydı. Klibi de izlemişim bir şekilde ama albümün tamamını bilmiyorum. O sıralar kişisel yolculuğumun başındayım ve cep harçlığıyla ancak karışık kasetler doldurtabiliyorum. Sonrasında, 90’larda birçok albümünü dinledim ama pek azını kattım arşivime. En sevilen şarkılarını bir araya getiren bir CD’si de vardı ve dinlersem en çok onu dinliyordum. Sonra bir kez daha, Kayıp Otoban filminde karşılaşıverdim onunla. Jungle ritimli “I’m Deranged” şarkısı film için harika bir seçimdi. David Bowie’nin, zamanın bir adım önünde, bir kez daha ismini tarihe yazıverdiği görülüyordu. Simon Critchley, David Bowie kitabının başında şöyle sıfatlar kullanmış onun için: “Çekici, bilge, sinsi ve tuhaf görünüyordu. Hem burnu havada, hem de her an incinebilir.” Çekici mi? Bence hayır. Bilge mi? Olabilir çünkü bilgelikle sinsiliğin sınırları iç içedir bazen. Tuhaf mı? Evet. Burnu havada mı? Kesinlikle...
Felsefe tarihi, edebiyat, etik alanlarında çalışan, halihazırda New York’ta dersler veren ve Türkçeye çevrilmiş beş kitabı bulunan Simon Critchley, David Bowie kitabının ilk sayfalarında 12 yaşındaki bir çocuğun bir “star”dan ruhsal ve fiziksel etkilenişini öyle iyi anlatıyor ki, Bowie’yi sevmesem ne yazar: “Suffragette City’yi dinlerken fiziksel anlamda etkileniyordum ve hissettiğim fiziksel etkiyi çok iyi hatırlıyorum. O sesin tüm vücuda yaydığı heyecan neredeyse dayanılmazdı. Sanırım insana (…) seks gibi geliyordu. Seksi bildiğimden değil. Bakirdim. Kimseyle öpüşmemiştim ve bunu yapmayı da hiç istememiştim.”
Deha açıklanır mı?
Şarkıcı, şarkı yazarı, “multi-enstrümantalist”, yapımcı, aranjör, aktör ve ressam David Bowie’nin bir deha olduğu, geride kalmış olan 45 yılda yavaş yavaş anlaşıldı. “Space Oddity” şarkısı İngiliz listelerinin yukarılarına çıktığında yıl 1969’du. Üç yıl sonra androjen alter-egosu Ziggy Stardust olarak Starman ile duyulduktan sonra ise artık unutulmayacaktı. Zaten o da kendisini asla unutturmadı; farklı kimliklerle “bir” olduğunu bizlere hep hatırlattı. “Kimlik bir anlatı bütünlüğü değil, en iyi ihtimalle bazı dönemsel çarpmaların titiz bir şekilde art arda gelmesidir,” diyor Critchley.
Peki Bowie’nin dehası neydi, neredeydi? Bir numaracı olamaz mıydı?.. Yazar bu sorunun milyonlarca defa sorulduğundan emin, kısa ve yine müthiş bir cevap veriyor okura: “Bowie’nin dehası, ruh hali ile müziği, ses aracılığıyla birleştirmesinde yatar.” Sonra da dünyayla bir akortsuzluk halinden bahseder ve kendi görüşünü açıklar: “Bowie, daha ziyade dünyanın dünyasızlaştırılmasına, yani dünyanın benlikle bir uzlaşma ya da akort halinde olmadığını gösteren bir ruh hali, duygu ya da akort tecrübesine imkan tanır. Bu bağlamda müzik, belli bir şekilde dünyevilikten uzaklaşma olanağı sağlayan dünyayla akortsuzluk halidir.” Numaracılık dedim, çok kişi demiştir, ama ona da cevabı var Critchley’nin: “Numaracılığı Bowie’nin sanatının hakikiliğine gölge düşürmez, onu mümkün kılar.”
Son bir şey daha: “Bowie’nin müziğini en iyi tanımlayan şey hasrettir.”
Daha fazla alıntı yapmamalı. Kitap küçücük ve tek kelimeyle şahane. Bir oturuşta sizi Bowie hayranı yapabilir ama en önemlisi bu değil bence. Onu anlatırken, açıklarken, “onun hakkında”yı da anlatıyor ve açıklıyor; hayranlığın kristalleştiği anları sıraya diziyor, hayranlar olarak hepimizin sorduğu ve sorabileceği sorulara cevaplar getiriyor. Üstelik, şarkı sözleriyle de üstüne yıldız tozu serpiyor. Felsefi bir kitap, evet, ama son derece anlaşılır kalmayı da başarıyor.
Aranızda benim gibiler varsa bir öneri: Bowie’ye daha fazla gecikmemek lazım. Kesin bilgi.
* Görsel: Can Çetinkaya
Yeni yorum gönder