Ölüm Pornosu davası 30 Eylül Dünya Çeviri Günü'nde açıldı, Yumuşak Makine davasının ikinci duruşması ise 11 Ekim'de. Dergimizin Temmuz sayısı dosyasında davaların açılmasında etkili bir rol oynayan T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'na yer vermiştik. Bir anlamda yayıncı ve çevirmenlerinin hapsinin istendiği iddianamelerin hazırlandığı kurula tekrar göz atalım istedik. İşte 10 soruda Muzır Kurul:
1.“Muzır Kurul” nasıl kuruldu?
Mesele ne küçüklerden, ne neşriyattan ne de yakın zamandan başlıyor. Devletin ahlâk polisliği yapması daha eskilere, 1926’daki ilk Türk Ceza Kanunu’na dayanıyor. 2004’e kadar pek az değişerek gelen TCK’nın sekizinci Bap, Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhinde Cürümler’in birinci faslının “Cebren ırza geçen, küçükleri baştan çıkaran ve iffete taarruz edenler kapsamına giren suçlar” başlığının altındaki 426, 427 ve 428. maddeleri, “Halkın ar ve hayâ duygularını inciten veya cinsi arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı” yayınları hedef alıyor. (Bilimsel ve edebi yayınlar ancak 2003 yılında kanun dışında bırakılmış, ancak yine çocuklardan korunması şartı ile.)
1927’de ise bu kanunu desteklemek üzere “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu” çıkarılıyor. Kanun, “18 yaşından küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacağı anlaşılan” eserleri konu ediniyor ve hemen 2. maddesinde hem bu işi görmek, hem de TCK’nın 426, 427 ve 428. Maddelerine bilirkişi hizmeti görmek üzere meşhur kurulun kurulmasını öngörüyor. Her ne kadar zaman içinde değişikliklere uğrasa da kurul, her zaman devletin değişik kurumları ve bakanlıklarından atanan yetkililerden oluşuyor.
2.Bu ünlü kurul kimlerden oluşuyor?
Kanunda 1986 yılında yapılan son değişikliklere göre 10 kişiden oluşan kurula, Başbakanlık tarafından en az on beş yıl kamu hizmeti yapmış kişiler arasından seçilecek bir üyenin yanı sıra, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, YÖK, Diyanet İşleri Başkanlığı birer üye atarken; Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Talim ve Terbiye Kurulu’ndan iki üye atanıyor. Kurulda ayrıca Ankara, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyetleri’nin tespit edeceği bir üyenin de bulunması gerekiyor. Türkiye Gazeteciler Federasyonu başkanlığına tekrar tekrar seçilen Nazmi Bilgin ise, yaklaşık 20 yıldır, ne federasyon başkanlığından, ne de kurul üyeliğinden vazgeçiyor. Yıllardır yalnızca erkeklerden oluşan bu kurula ilk defa 2007 yılında bir kadın üye (Nilüfer Voltan Acar) YÖK temsilcisi sıfatı ile atandı. Laik bir devletin, denetleme kurulunda mevcudiyeti bile tartışmalı Diyanet İşleri’nin bir temsilcisinin ne aradığı sorulabilirdi, ancak diğer üyelerin çoğunun da konuyla ne gibi bir ilgisi olduğu, nasıl bir uzmanlık katkısı verdikleri daha az tartışmalı mevzu olmadığından olsa gerek, bu konu hiç gündeme gelmedi.
3.Yurtdışında benzerleri var mı?
Farklı isimlerde “müstehcenlik” konusunda çıkarılmış yasalar var ve bu yasalar doğrultusunda edebiyat eserlerine de kimi yasaklar getirilebiliyor, ancak dünyada bu isimle anılan bir kurul yok. Hemen hemen tüm medeni ülkelerde yasaklanmış kitaplar var. “Lady Chatterley’in Sevgilisi” bunlardan biri. D. H. Lawrence’ın eseri, yazıldığı ülke olan İngiltere’de uzun süre yasaklı kalmış. Ancak bugün Türkiye’de yargılanan pek çok eser gibi bu eserle ilgili yasak da 1960 öncesi döneme ait. Müstehcenlik nedeniyle kitap yargılama konusunda Batı ülkeleri arasında başı çeken ABD’de de bu davaların büyük bölümü 1960’lar ve öncesinde.
İngiltere örneğine geri dönecek olursak... Müstehcen Yayın Yasası 1857’de çıkarılmış, 1959’da yenilenmiş. Yasada ‘sanat ve bilim eserleri ya da kamu yararına diğer eserler’ kapsam dışı tutulurken, bir dava söz konusu olduğunda eserin niteliğine konunun uzmanlarının ifadesiyle karar veriliyor. Devlet memurları ve bürokratlardan oluşan bir kurulun varlığı bizi yalnızca İngiltere ile değil dünyanın büyük bölümüyle de ayırıyor.
Dünya yazılı eserler konusunda daha rahat bir yaklaşım sergilerken, bizde durumun neredeyse tersi olması ikinci ayrılma noktamız. 1970’lerden sonra ise çoğu yerde “müstehcenlik” kavramının yerini “pornografi” almış. Ancak yazılı eserler söz konusu olduğunda bu da bir yargılanma gerekçesi değil. İngiltere örneğinde başka bir “kurul”, “Müstehcenlik ve Film Sansürü Kurulu”, 1979 yılında pornografinin ne durumlarda zararlı olacağını belirttiği bir dizi tavsiye ile birlikte, yazılı eserlerde bu sınırların daha da geniş tutulması gerektiğini belirtmiş. Pek çok ülkede belli konular (pedofili gibi) dışında, yazılı eserlerde pornografi dahi dava konusu olmuyor.
İngiltere’de 1955 yılında çıkarılan “Çocuklara ve Gençlere Zararlı Yayınlar Yasası”nın benzerleri ise aynı yıllarda pek çok ülkede çıkarılmış. Ancak bu yasa ve benzerleri özellikle o dönem yaygınlaşan çizgi-roman gibi açıkça gençleri hedefleyen yayınları ve bu yayınların çocukları ve gençleri şiddete ve suça yöneltip yöneltmediğini konu ediniyor.
4.Bu yasakçı sürecin oyuncuları hangi kurumlar?
Mevzuata göre basılan her kitaptan bir örneğin matbaalarca gönderildiği Basın Savcılığı, herhangi bir ihbar/şikâyet üzerine ya da gerekli gördüğü takdirde söz konusu kitaba soruşturma açıyor. Konu “halkın ar ve hayâ”sı olduğunda, sözkonusu kitap çocuklara yönelik yayınlarla ilgili olan Muzır Kurul’a olumsuz bir rapor yazması için gönderiliyor. (Zira bu kuruldan geçip de dava açılmayan kitap bilindiği kadarıyla yok). Savcılık bu “olumsuz” rapor ile birlikte kamu davasını açarak konuyu mahkemeye intikal ettirmiş oluyor. Bundan sonraki süreç tamamen hâkimin yorumuna bırakılıyor; yayınevleri elbette rapora itiraz ediyor, gerekirse bilirkişi değişikliği talep ediyorlar. Hâkim kabul eder ve yeni atanan bilirkişinin raporunu esas alırsa Yargıtay tarafından bozulma riski ile birlikte beraat kararı da çıkabiliyor; poşette satma, toplatma, para ve hapis cezası da…
Burada özel bir yeri hak eden aktör “muhbir vatandaş”, siyasilerin sevdiği bir diğer deyişle “hassas vatandaş”. Pek çok dava süreci bu vatandaşın başvurusu üzerine başlıyor. (Sansür konusundaki katkılarını “Bloguma Dokunma” dosyasında da işlemiştik: TİB’in websitesine senede 24.000 şikâyette bulunuluyor.) Basın Savcılığı’nı kitaplardaki zararlı içerik konusunda bilgilendiren o. Muhbir vatandaş her “ileri demokrasi” ve “muhasır medeniyet”in bir parçası; zaten bu kurumun en yerleşik olduğu yerlerden biri ABD. Amerika’da özellikle McCarthy yasasının ardından gelen her tür muhalefete, eşcinseller, göçmenler gibi kesimlere yönelik “cadı avı dönemi” olarak anılan 1940’lı ve 1950’li yıllarda yaygınlaşmış, kurumsallaşmış ve gelenek haline almış muhbir vatandaşlık. Bizde yaygınlaşması ise 12 Eylül darbesiyle birlikte olmuş.
5.Yayıncılar ne istemle yargılanıyorlar?
Şu anda yayıncısının yanında kitabın çevirmeni de 3 ila 9 yıl arasında değişen hapis cezası ve 5000 güne kadar adli para cezası istemiyle yargılanıyor! Ancak burada “kısmi” bir gelişmeden bahsedilebilir çünkü 2004 öncesi davalarda bu ikiliye matbaacı da eşlik ediyor ve yargılanıyordu.
Ama dikkat! “…ürünlerin içeriğini basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden ya da çocukların görmesini, dinlemesini veya okumasını sağlayan kişi” de yargılanabilir. Yani örneğin Yumuşak Makine ve Ölüm Pornosu davalarında, kurulun kitaplardan alıntıladığı bölümleri haber yapan gazeteciler de pekâlâ dava edilebilir!
6.Mahkemeler hangi kanunlara dayanarak hareket ediyor?
En ilginç konulardan biri de bu. 2004’deki yasa değişikliğinin ardından eski TCK kaldırıldı. Kurulun bilirkişilik yaptığı maddeler artık yok. Tek bağlamı Genel Ahlaka Karşı Suçlar bölümünün (7. Bölüm) altındaki 226. Madde. Bu maddenin başlığı “müstehcenlik”. Müstehcenlik ise yasada tanımlı değil. Buradaki keyfiyet yetmezmiş gibi, kurul raporlarında daha çelişkili bir şey yapıyor ve çoğunlukla fark edilmiyor. “Halkın ar ve hayâ duyguları”, “cinsel duyguları tahrik ve istismar etmek” gibi son iki davada da öne çıkan, değerlendirmelerinin esas noktasını oluşturan ve çok tepki çeken ifadeler 2004 yılında kaldırılan eski TCK’nın 426, 427 ve 428. Maddelerinden. Yani Kurul hâlâ eski TCK’yı fiilen yürürlükte tutuyor.
Bunun yanı sıra konumuz “çocuklar” olduğu için (!) MEB Kanunu da işin içerisine giriyor. Kanun şu şekilde: “Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek.”
7. “Muzır” ya da “müstehcen” nedir?
Kurul, 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanununa göre, bir eserin muzır olup olmadığına karar verirken Milli Eğitim Kanunu’nun yukarıda bahsi geçen genel amaç bölümünü temel alıyor. (Yani “Anayasada ifadesini bulan…” yaklaşıma uymayan her şey muzır olabilir!) Müstehcen’in ne olduğunu ise kimse bilmiyor, hiçbir yasada tanımı geçmiyor. Bu yüzden raporlarda uzun uzun “insanlar ilkel hayatlarından bugüne kadar dünyanın her yerinde ve her toplumunda cinsi uzuv bölgelerini kapalı tutmayı ve cinsi münasebetin gizliliğini vazgeçilmez kural olarak uygulaya gelmişlerdir,” gibi tuhaf, hiçbir bilimselliği olmayan analizler yapmak ve altını doldurmak kurul üyelerinin insafına bırakılıyor.
Eski TCK’ya göre her şey “adaba aykırılık” torbasına sokulabilirken, şimdi müstehcenlik torbasına giriyor. Yeni yasadaki en tartışmalı noktalardan biri ise “Şiddet kullanılarak, hayvanlarla, ölmüş insan bedeni üzerinde veya doğal olmayan yoldan yapılan cinsel davranışlara ilişkin yazı, ses veya görüntüleri içeren ürünler…” cümlesindeki “doğal olmayan” kısmı. Buna en başta kolaylıkla eşcinselliğin gireceğini kurul Yumuşak Makine raporunda ortaya koymuştu zaten. Bu raporda “erkek erkeğe ilişkiler”e değinilirken, Aşkın “L” Hali isimli öykü seçkisi kitabının soruşturmasına gerekçe olarak da “kadın kadına ilişkiler” söz konusu edilmişti. Ölüm Pornosu’nda ise bir kadının altı yüz erkekle seks yapma denemesi de “doğal” sayılamazdı tabii ki…
8.“Muzır Kurul”un kaldırması hiç gündeme girdi mi?
Yayıncılar Birliği, ilgili tüm devlet kurumlarının ve yayıncılık sektörünün temsilcilerinin katılımıyla 2009’da toplanan 5. Ulusal Yayıncılık Kongresi’nde alınan “…yürürlükten kaldırılan 765 sayılı Türk Ceza Kanununa göre ve özel kanunlarına dayalı olarak kurulan Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu ve mevzuatı yürürlükten kaldırılmalıdır” kararının bir an önce yerine getirilmesini talep ediyor. Metnin altında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın da imzası yer alıyor!
9.Bugüne kadarki ünlü marifetleri neler?
Kurul’un eski icraatları ve eski davalar da bugün yaşadıklarımızı aratmıyor. Örneğin; 1940 yılında Fransız yazar Pierre Louys'in, Afrodit adlı romanının Türkçe çevirisi hakkında “müstehcen yayın” gerekçesiyle “bilirkişi raporu” doğrultusunda dava açıldı. Duruşmada savcı bazı bölümler için, “huzuru adalette zikrinden teeddüp (utanma) duyduğum” dediği romanın ne gibi yararı olduğunu anlamadığını, yapıtın ebedi bir değer taşımadığını, kitabın aile yuvalarına kötü etki yapacağını ileri sürdü. Oysa Pierre Louys'in Afrodit isimli romanı Larousse'un 20. yüzyıl baskısına girmiş, Fransız operasında oynanmış bir eserdi.
Müstehcenlik gerekçesiyle toplatılan kitapların kuşkusuz en ünlüsü Henry Miller’ın Oğlak Dönencesi adlı kitabı. Can Yayınları tarafından 1985 yılında yayınlanan kitap toplatılınca, 39 yayınevi 1988’de bir araya gelmiş ve “sakıncalı” satırların üzerini kapalı halde yayımlayarak ortak bir protesto eylemine imza atmıştı.
1985 yılının en müstehcen yazarı ise Pınar Kür’dü. Yazarın aynı yıl art arda iki kitabı Bitmeyen Aşk ve Asılacak Kadın toplatıldı. Müstehcenlik nedeniyle kitapları toplatılan bir başka kadın yazarımız ise Füsun Erbulak. Erbulak’ın 1984'te yazdığı Atmış Günlük Bir Şey ve 1986’da yazdığı Burgu adlı kitapları müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı. Sevgi Soysal’ın Yürümek isimli kitabı ise yine aynı gerekçeyle 12 Mart 1971 darbesinin ardından toplatılmıştı.
En ilginç vakalardan biri herhalde, Şeyh Muhammed El Nefzavi tarafından 16. yüzyılda cinsellik üzerine yazılmış Itırlı Bahçe’nin öyküsü. Kitap 1991 yılında “müstehcenlik” nedeniyle toplatılmış, 1992'de aklanmış, 2001 yılında ise kitabın adı, 49. Venedik Bienali'nde, T.C. Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle, Beral Madra'nın küratörlüğünü yaptığı Türkiye pavyonunun adı olarak seçilmiş.
Dünyaca ünlü edebiyat eserleri ve yazarlarını dava edip toplattıktan sonra tanımak konusunda bolca başka örnek de var. Guillaume Apollinaire’in 1907’de yazdığı On bir bin Kırbaç (Onze Mille Verges) isimli eseri 1999 yılında Hades Yayıncılık tarafından yayımlanmış ve o sene toplatılmıştı. Fransa’nın milli şairlerinden ve dünya kültür mirasının bir parçası sayılan Apollinaire’in Genç Bir Don Juan’ın Maceraları’nın 2008 yılında yargılanması da Avrupa Parlamentosu’nda soru önergesi konusu olmuştu. Mahkemece beraat ettirilen kitap, savcılığın itirazı ile şu anda Yargıtay’a taşındı.
Tabii ki Kurul’un en çok istediği şeylerden biri kitapları “torbaya sokmak”. Başka bir Fransız yazar Jeanne Cordelier’in, 1994 yılında Sel Yayıncılık tarafından basılan, ensest ve çocuk istismarı konusunda sarsıcı eseri Pamuk Prensesin Ölümü, her sekiz kız çocuğundan birinin tecavüze uğradığı Türkiye’de “çocuklar üzerinde muzır tesir” yapmasın diye torbaya sokulmuştu.
10.Bu yasakçı tutum, yayıncılarda bir otosansür mekanizmasının oluşmasına neden olur mu? Kurulun çok sevdiği (!) Sel Yayıncılık’ın editörü Bilge Sancı’ya sorduk…
“Muzır Kurul raporuna dayandırılarak ya da herhangi bir gerekçeyle açılan davaların resmi sonuçları ne olursa olsun yayınevleri üzerinde bir baskı ve otosansür mekanizması oluşturduğu kesin. Son yıllarda politik kitaplar dışında açılan davaların büyük oranda beraatla sonuçlanması belki de esas amacın bu olduğunu düşündürüyor. Yayıncılar zaten sektörün türlü çeşit sorunu ile boğuşmaktayken bir de devletin yaptırımlarıyla uğraşmak istemediklerinden, yargılanabileceklerini öngördükleri telif ya da çeviri dosyaları yayımlamaktan imtina ediyorlar. Bu yayınevlerinin yaşamasını güçleştirmekten ziyade okurun farklı türleri tanıma, dünyada okunan farklı örnekleri görme özgürlüğünü elinden alıyor. Yoksa yayınevleri pekâlâ daha "risksiz" eserleri yayımlayarak da ayakta kalabilir. Dolayısıyla bu tür engelleme girişimlerine en başta okur karşı çıkmalı; dünyasının devlet eliyle daraltılmasını, bir yayınevi, yazar ya da çevirmen hakkındaki hükmün bir takım köhne yasalar, muğlâk ahlaki ya da politik gerekçeler çerçevesinde memurlar vasıtasıyla belirlenmesini hakaret olarak algılamalı.”
En muzır yayın islam dini ve cinsel namus eğitimidir.
Yeni yorum gönder