Ceren Çıplak
Ahmet Cemal, Oya Baydar, İnci Aral ve Nedim Gürsel, 30. yılında 12 Eylül döneminde yazar olmayı anlatıyor.
"Yavşak aydınlardan nefret ediyorum! Çünkü..."
AHMET CEMAL
Şimdi yazacaklarım, 12 Eylül’den epey sonra derinliğine düşünülmüş şeyler. Olay taze iken, yeterince düşünülemiyor.
12 Eylül’ü çok kişisel bir bakış açısından yazmak istiyorum. Yani, olabildiğince Ahmet Cemal’e göre. Biraz parçalı olacak, ama bunun beraberinde herhangi bir sakıncayı getireceğini sanmıyorum, çünkü 12 Eylül’den sonra ‘parçalanmamış’ bir hayatımız hiç olmadı. Gerçi ondan öncesi de epeydir paramparçaydı ama, çoğunluk öyle değilmiş gibi yaşıyordu. 12 Eylül’ün en büyük yararı (!), bu parçalanmışlığı olduğu gibi gözler önüne sermesi oldu. Öte yandan aslında şimdi de 12 Eylül’den farklı yaşamıyoruz. Yani çok daha fazla parçalandık, ama biz sanki toparlanmışız gibi yaşamaktayız. Gaflet açısından son derece tutarlı bir toplumuz.
12 Eylül, bir sürecin noktalayıcısı, bir başkasının ise başlatıcısı oldu. Noktalanan, 19 Mayıs 1919’dan, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına ve oradan da 12 Eylül 1980’e kadar uzanan süreçti. 19 Mayıs 1919, Tek Adam Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’yi başlattığı tarihti. Hazırlıkları otuzlu yılların sonunda başlatılan Köy Enstitüleri’nin 1940’da açılışı, zaferle sonuçlanan Milli Mücadele’nin ardından o zaferin sürekli kılınabilmesinin tek ve temel koşulu olan bir başka ‘Milli Mücadele’nin, ‘Çağdaş uygarlık düzeyine erişme hedefine yönelik Milli Mücadele’nin başlatılışıydı. Bu ‘Milli Mücadele’, 1953’te Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla kaybedildi; ömrü çok kısa süren ‘Anadolu Aydınlanması’ son buldu. O zamandan bu yana gittikçe artan hızla yaşamakta olduğumuz bir çöküşün en somut göstergesi ve kanıtı, hazırladığı anayasa ile birlikte 12 Eylül’dür.
12 Eylül 2010 günü yapılacak referandum, otuzuncu yılında 12 Eylül 1980 darbesinin yeni bir zaferidir; çünkü nasıl gösterilmek istenirse istensin, oylanacak olan Anayasa, 12 Eylül 1980’nin Anayasasıdır. Egemenliği Türk Milleti adına kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, aradan geçen otuz yılda tamamen kendi iradesinin ürünü olan bir Anayasa’yı kendi içersinden çıkarabilmeyi başaramamıştır. Ve bunun tek nedeni, iktidarı ve muhalefetiyle, o meclisin çatısı altında bugüne kadar yer alan hemen bütün partilerin : “Böylesine faşist bir anayasa, günün birinde bize de lazım olabilir!” düşüncesiyle hareket etmiş olmalarıdır.
Kişisel çabalarıma gelince, zaman zaman bana: “Gittikçe daha çok yazıyorsunuz, daha zor çeviriler yapıyorsunuz; bunların bir şeyleri değiştirdiğini görebileceğinize inanıyor musunuz?” diye soranlara şu yanıtı veriyorum: “Hayır, yaşamımın kalanı için böyle bir umudum yok; ama zaten böyle bir beklentim de yok. Ben artık kendime, bütün yapabildikleri ile, kendisinin fizik olarak içinde yer almayacağı bir geleceğe yatırımda bulunmayı amaçlayan bir insan gözüyle bakıyorum...”
“Nefret var mı içinizde?” diye sormuşsunuz.
Var. Ama yalnız 12 Eylül darbecilerine karşı değil. Sonuçta onlar, yalnızca işlerini iyi yapan maşalardı. Ama benim nefretim, asıl başkalarına.
Yıllardır bu ülkenin insanlarının yaşam koşulları ile içtenlikle ilgilenmek yerine, hep burası adına konuşurken buranın kültürü ile – o kültürü küçümsemenin dışında! – hiçbir ilişki kurmayıp, gözlerini sadece kendi hayallerinin ürünü ve gerçekte çoğunlukla olmayan bir Batı’ya çevirip oralı olmaya çalışmış, ve kendilerini ‘buralı’ olmadıkları ölçüde ‘aydın’(!) saymış olan o yavşak aydınlardan nefret ediyorum! Çünkü 12 Eylül 1980’den bugüne uzanan süreçte, ısrarla bilgisiz bırakılan kuşaklar yetişti ise, bunun bütün vebali o sözünü ettiğim türden aydın bozuntularındadır.
Ve son olarak, 12 Eylül 1980 bağlamında da olmak üzere, Vural Savaş’ın şu saptamasına tümüyle katılmak isterim: “Tarihte pek az toplum, Türk toplumu kadar ‘aydınlarının’ ihanetine uğramıştır!”
"12 Eylül sonrasını yaşamasaydım edebiyata dönmezdim"
OYA BAYDAR
12 Eylül beni, bir Doğu Berlin sabahının alaca karanlığında yakaladı. Bir toplantı için, dokuz aylık oğlumu anneme bırakıp küçük bir el çantasıyla birkaç günlüğüne gelmiştim, ertesi gün Türkiye’ye dönecektim. Telefon çaldı, uykumdan uyandım. “Darbe oldu, dönmeyi aklından çıkar” dedi telefondaki tanıdık ses. Pencereden dışarı baktım. Gün yeni ağırmıştı, ortalık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Geniş, yemyeşil bir çimenlik, ulu karaağaçlar ve çimenlerin üzerinde köpeğini koşturan genç bir kadın... Hiç dönüş hayaline kapılmadım; hakkımda pek çok dava vardı, toplam 27 yıl hapsim isteniyordu. 12 Mart darbesi sırasında işkenceyi de askeri hapishaneleri ve mahkemeleri de tatmıştım. Dönüp teslim olmaya hiç niyetim yoktu. “Burada kaldın Oya”, dedim kendi kendime. 12 yıl sürecek sürgün yaşamının kafamda çakılı kalan resmi sabah alacasındaki o çayırlık ve köpeğini gezdiren kadın oldu.
12 Eylül’de bu ülkede çekilen acıları, Diyarbakır cezaevinde, Mamak’ta, başka yerlerde yaşanan insanlık dışı işkenceleri, idamları, ölümleri, yıllarca hapiste kalanları düşününce, mültecilik yaşamının güçlüklerini, acılarını anlatmak işkence altında ölenlere, darağaçlarında öldürülenlere, yıllarca zindanlarda kalanlara saygısızlık gibi geliyor bana. Çünkü yurdunuzdan, sevdiklerinizden uzakta, kavganın dışında kalmış da olsanız, hayattasınız ve özgürsünüz. Ama sürgün yaşamının insanın ruhunu kemiren öyle ağır bir yanı vardır ki, yaşamayanlar bilemezler. Yurdunuzdan, köklerinizden, sevdiklerinizden, mücadelenizden uzakta geçirdiğiniz yıllar ömrünüzden çalınmış bir parçadır. Kendinizi geride kalanlara ihanet etmiş gibi, suçlu gibi hissedersiniz. Bulunduğunuz yaban ellerde sanki kimliksiz kalırsınız; eğretisinizdir, ötekisinizdir, sığınmacısınızdır.
Mülteciliğin, sürgünün en zor sanılan yanı aslında en kolay olandır: İş ve aş sorunu. Karnınızı doyuracak bir işiniz olmalı önce. Nasıl bir iş diye bakmayacaksınız, her işi yapmaya hazır olacaksınız. Ben temizlikçilik yaptım, örgücülük yaptım, teyplere okunan metinleri daktiloya geçirdim. İşsizlik parası alabilmek için, meşguliyetle tedavi denilen o budalaca zaman öldürme kurslarına katıldım. Bir süre sonra biraz daha iyi işler buldum. İş ne olursa olsun hiç yüksünmedim, isyan etmedim. Çünkü neden orada bulunduğumu biliyordum, tuttuğum yol kendi seçimimdi, hiç pişman değildim, gerekirse yeniden başlar, aynı yollardan yürürdüm. Amaca doğru giden yolda, yaşamın akışında bir duraktı sürgün yılları. O durakta, umudumu yitirmeden 12 yıl bekledim.
İnsanın bütün yaşadıklarıyla zenginleştiğine inanırım. Aşklarla, acılarla, sevinçlerle, dostluklarla, zorluklarla, zaferlerle ve dahi yenilgilerle zenginleşiriz. İnsanın içi zenginleştikçe edebiyatı derinleşir. 12 Eylül sonrası mültecilik günlerini yaşamasaydım edebiyata hiç dönmezdim. Dönsem bile daha sıradan, daha yüzeysel, insanın yüreğinin derinliklerine dokunmayan, insan olmanın trajedisini bütün boyutlarıyla kavramayan bir edebiyatla sınırlı kalırdım.
12 Eylül sonrasında görüp yaşadıklarım, sorgulama ve yüzleşme sürecim, gördüğüm yeni ülkeler, tanıdığım yeni insanlar daha önce bilmediğim bir dünyayı açtı önüme. Siyah ve beyaz arasındaki tonları görüp hissettim. Bu tonları kavramayan ve yansıtmayan bir edebiyatın kuruluğunu ve kısırlığını kavradım. Erdemleriyle zaaflarıyla insana iç gözle bakmayı, kendimi ötekinin yerine koymayı öğrendim.
Bugünden bakıp değerlendirince, ne öfke, ne intikam duygusu; sadece 12 Eylüllerle yüzleşme ve hesaplaşma gereğini duyuyorum. Bir daha 12 Eylüller olmasın diye, darbe korkusu yaşanmayan özgür ve demokratik bir ülke yaratmak için çalışmanın gereğine bir kez daha inanıyorum. Umuda doğru bir adım atabilmek için 12 Eylül’le yüzleşip darbeci zihniyetle hesaplaşmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
12 Eylül gecesi
NEDİM GÜRSEL
Paris Sorbonne Üniversitesi’nde doktoramı savunduktan sonra 1980 yazında yurda kesin dönüs yapmıştım. İstanbul Üniversitesi Fransız Dili Ve Edebiyatı bölümünde bir asistanlık pesindeydim. 11 eylül sabahı rahmetli Berke Vardar aradı, Toulouse Üniversitesi’nden gelen bir dilbilim profesörünün konferansına çağırdı. Konferanstan sonra Fransız profesör ve Berke beyle birlikte Beyoğlu’na Rejans Lokantası’na akşam yemeğine gittik. Hiç unutmam, yemek boyunca Türkiye’de neler olup bittiğini öğrenmek isteyen profesör’e Berke Vardar Hoca aslında ordunun demokrasiye bağlı olduğunu, dolayısıyla ortalıkta dolaşan darbe söylentilerinin gerçeği yansıtmadığını anlattı. Bense tam tersini savundum, ortam biraz gerildi. Ama içtiğimiz sarı votkalar sayesinde aramızdaki anlaşmazlığı unutup siyaseti bir yana bıraktık, edebiyat ve sanattan konuşmaya başladık.
Geceyarısına doğru Taksim’de dolmuş beklerken olağanüstü bir durum görmedim. O zamanki sevgilimle buluştum, birlikte eve döndük. Annemde kalıyordum, rahmetli anneciğim yazlıktaydı, dolayısıyla sevgilimle birlikte olabilmek için bulunmaz bir fırsattı. Sevgilim ailesine bir kız arkadaşında kalacağını, ertesi sabah erkenden döneceğini söylemişti.
Geceleyin geç vakit telefon çaldı. Ağabeyim Seyfettin Gürsel arıyordu. “Ne var, bu saatte neden arıyorsun!” demeye kalmadan, “Boku yedik!” dedi. “Ne var, yine ne oldu ?” diye sordum. “Radyoyu aç anlarsın” deyip kapattı. Açtım. Tuna Nehri Akmam Diyor bitmek üzereydi, sonra Harbiye Marşı başladı ve ardından Milli Güvenlik Konseyi’nin bildirileri.
Bunları Öğleden Sonra Aşk'ta ve Boğazkesen'in bir bölümünde anlattım sonradan, ama ne yalan söyleyeyim, sokağa çıkma yasağına sevindim. Zor durumda kalan sevgilim evine dönemedi, yalanı da ortaya çıktı, ama ben hava alanı açılıp Paris’e tornistan edinceye dek onunla murat alıp murat verme olanağını buldum. Çok değil birkaç ay sonra Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı kitabımın toplatılacağını, hakkımda “Güvenlik Güçleri’ni tahkir ve tezyif” suçlamasıyla dava açılacağını, Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanacağımı, uzun bir süre yurda dönemeyeceğimi bilemezdim.
"Toplum bu karabasanı hala atlatmış değil, 12 Eylül sürüyor"
İNCİ ARAL
11 Eylül 1980 gecesi Ankara, Emek mahallesindeki evimizde gazeteci Nuri Çolakoğlu ile yemekteydik. Sık sık çalıştığı gazeteyi arıyor, haber almaya çalışıyordu çünkü ortam aşırı gergin, Ankara ayaktaydı. Gece yarısından sonra Genel Kurmay’ın bütün ışıklarının hala yandığı haberi geldi. Nuri, “Galiba bu gece tamam, “dedi.
Tedirgin, kulağımız kirişte yattık.
Sabah saat 06.00 sıralarında dışarıdan gelen radyo sesiyle uyandım. Marşlar çalıyordu. Eşim Ali’yi uyandırdım. Televizyonu açtık, Kenan Evren darbe bildirisini okuyordu, dinledik. Ali, banyoya girdi.
07.00 de kapı çalındı. “Kim o?” soruma, “Açın, asker!” yanıtı geldi. Kapıyı korkuyla araladım. Beş altı askerle yüz yüze geldim. “Yönetimi devraldık,” dedi bir subay. “Duydunuz mu?” Pek hoşnut görünüyor, gülümsüyordu. Eşimin evde olup olmadığını sordu. Banyoda olduğunu söyledim. Beş kişi içeri yöneldiler, geri çekilip yol vermek zorunda kaldım. “Eşinize haber verin, bekliyoruz!” dedi binbaşı. “Neden?” diye sordum. “ Kendisini güvence altına alacağız!” diye yanıtladı.
Yavru kedimiz Zişo, Ali’nin top yapıp yere attığı bir çorapla oynuyor, çorabın peşinde kendini ordan oraya atıp koşturuyordu. Gelenler masanın yanında ayakta dikilerek, ve ciddi olmaya çalışarak onu izlediler. Gidip suyun altındaki Ali’ye haber verdim, ”Hiç vakit kaybetmiyorlar, beklesinler, traş olup geliyorum,” dedi.
Masanın üzerinde Ali’nin sorumlu müdürü olduğu bir eğitim dergisi için hazırlanmış bir yazı, teksir kağıtları ve Muammer Aksoy’un bir kitabı vardı, toplayıp kanıt olarak titizlikle bir torbaya koydular. O günlerde kapımıza faşistlerce tehdit pusulaları konduğu için kitaplığın rafında kör bir avcı bıçağı bulunduruyorduk. Korunacak başka silahımız yoktu. Bıçağı da aldılar.
“Binbaşım, kitaplara bakmayacak mıyız?” diye sordu bir astsubay. “Boşver, çok kitap var, baş edemeyiz şimdi,” dedi subay. Kaygılıydım, yine de sordum: “Uzun sürecek mi?” “Sürebilir, bir çanta hazırlasanız iyi olur,” dedi Binbaşı. Ne koydum bilmiyorum ama o çantayı hazırladım.
Ali giyinmiş geldi. Solgundu. Hep birlikte çıkarlarken, onu nereye götürdüklerini sordum. Yeri bana daha sonra bildirilecekti. Pencereye koştum. Sokakta, içinde toplanmış birkaç kişi daha olan askeri bir otobüs duruyordu. Binip gittiler.
Kapanan kapının ardından bir süre ayakta donakalmış bekledim. Sonra mutfağa gidip geceden kalan bulaşıkları, yıkadım, kurulayıp kaldırdım. Bunları neden yaptığımı bilmiyor, olup biteni anlayamıyordum. O sırada bir komşum ekmek getirdi. Olanları görmüştü, sokağa çıkma yasağı yüzünden aç kalabileceğimi düşünmüştü sanırım.
Neden sonra kendime gelip telefonu gördüğümde onun bir telefon olduğunu ve beni dostlara, akrabalara, bir yerlere ulaştırabilecek bir araç olduğunu yeniden kavradım. Üç saat sonra bir dostumuz eşimin nereye götürümüş olduğunu öğrenip bana bildirdi.
Eşim, İstihbarat Dil Okulu’nda 40 gün parti başkanları, milletvekilleri ve siyasilerle birlikte gözaltında tutuldu, sonra bırakıldı. Neden alındığını hiç öğrenemedik ama orada tuttuğu günlüğü saklıyoruz.
12 Eylül üzerine çok yazılıp söylendi. Ama bu yalnızca siyasi bir altüst oluş süreci değildi. İnsani faturası da hem bizim hem de yakınımız ya da tanıdığımız olan bir çok insan için son derece acılı, ağır oldu. Hayatlar sonlandı, ruhlar yaralandı, aileler, dostluklar yıkıldı. Toplum, gençlik susturuldu, sindirildi. Örgütlenme ve hak arama bilinci köreltildi. Bu yüzden 12 eylül öncesi ve sonrasıyla bütün yazdıklarıma yansıdı. Kıran Resimleri'nden Uykusuzlar'a, Ölü Erkek Kuşlar'dan Taş ve Ten’e hikaye ve romanlarımda farklı yansımalarıyla o sürece dair insan hikayeleri anlattım. Belki bundan sonra da öyle olacak çünkü toplum bu karabasanı hala atlatmış değil, on iki eylül sürüyor.
Yeni yorum gönder