Cumhuriyetin ilk kadın öykü yazarlarından birisi olan Nezihe Meriç’in doğum gününü İpekli Mendil yazarlarından Billur Özeke’nin hazırladığı mini bir sözlükçe ile kutluyoruz. Değerli öykücümüz, “Öykü Ana”mızı saygıyla ve özlemle anıyoruz.
ANNE: “Yaşanmış, geçmiş bir yaşamdır anne. Fatih yönlerinde bir yerde eski ahşap bir evdir o. Ahşap bir evin çağlar yaşamış saçaklarıdır. Dam akınca odanın ortasına konan teneke leğenin pasıdır. Büyük taban halısıdır. Solmuş. Ön oda için alınmıştır otuz altı yıl önce. O, büyük ön odanındır. Kızlığından kalma pirinç mangal annenindir. Anne bakır cezvenindir. Fatih yönlerinde bir yerde eski, ahşap bir evdir o. Anneyi oradan ayırmak olmaz. Kurur gider. Anneyi orada bırakmalı.” (Susuz V-Topal Koşma)
AŞK: “Tutup âşık olmuştu. Hem de nasıl! Acaba kim onun kadar inanmış, aşkı böyle tatlı bir neşe içinde karşılamıştır. Acaba âşık oldum diye kim onun gibi sevincinden deli olmuştur. Yaşlar süzülüp süzülüp gidiyor, pembe elma çiçekleri titreşiyor ve Oya’nın kulağında kendi sesi çınlıyordu: 'Oh.. Cüneyt Bey amca, sizin bu elma ağacının çiçekleri ne güzel’ O zamanlar her şeyde bir şey vardı zaten. ‘İnsan âşık olunca, kapalı gözkapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür,’ diyordu. ‘Hani pembe akide şekerleri vardır bilir misiniz, onların bir baygın pembesi, insanın içine yayılan bir kokusu vardır. Aşk öyle bir şey işte.’” (Keklik Türküsü –Bozbulanık)
BALIKPAZARI: “Araba, Balıkpazarı’nın dar sokaklarından birine saptı. Önümüze durmadan yük arabaları, kamyonlar çıkıyor, sık sık duruyorduk. İki yanımızda karanlık , dar dükkanlar vardı. Boy boy asılmış katır boncukları, halatlar, fıçılar dolusu zeytin, dükkânın önünde çay içen dükkân sahipleri, o daracık yollarda, oraya buraya seğirten, birbiriyle şakalaşan ve otuz iki dişini göstererek gülen küçük çıraklar; tavanlara asılı süpürgeler, üst üste, yan yana konmuş bisküvi, zeytinyağı tenekeleri, Urfa yağı fıçıları, konserve kutuları, şarap şişeleri arasında kalmıştık. Bütün bu karışıklık arasında, terlemiş, bunalmış yolcular, hamallar, bağıran çağıran, gülüp şakalaşan bir kalabalık vardı.” (Aksaray Dolmuş-Bozbulanık)
CAHİL: “Gençliğin tek amacı vardır, anlıyor musun tek amacı : Öğ-ren-mek. Yaa! Attırma adamın tepesini. Gençlik kendisine öğretilmeyenleri, özellikle ondan saklananları öğrenmek zorundadır. Bilmeyen, bilgiyle donanmayan adamdan ne beklenir yahu! Bu örgütün işidir. Olmaz tek başına. Hele bir kendini öğrensin, toplumunu öğrensin, dünyanın sorunlarını öğrensin. Laf mı yahu bu. Bu bir memleketin kaderi be kaderi. Önce sorunları öğrensin ki, onları çözmeye gelsin sıra. Gençlik aldatılmıştır. Özellikle cahil bırakılmıştır. Biz de o yollardan geçtik, ama hiç olmazsa bunu anladık.” (Acıyı Aşmak-Dumanaltı)
ÇALGICI: “Çalgıcı anlatıyor, öğretmen gülüyordu. Öyle gülüyordu ki, suratı kırış kırış oluyor, gözlerinden yaş geliyordu. Havaları, çalgılı gazinolardan esiyordu. Öğretmen, on beş yirmi dakika içinde piyasanın durumunu, Uşak faslını, Hüzzam faslını, yeni şarkıları, saz sanatçıları ile ses sanatçılarına ait en yeni havadisleri, günün olaylarını, dedikodularını, müziğin değerini, bir sürü argo sözcükle, dokuz sekizlik ölücüyü öğrenmiş bulunuyordu. Kafasının bir yanı bu yönde gülerken öbür yanı düşünüyordu. ‘Dert bir. Toplumun bozuk yanı, kirli, kusurlu, içler acısı olan yanı her yönde bir. Sadece rivayet muhtelif. Şu anlatılan yaşam, yaşamın, yaşam savaşının, ekmek kavgasının bu yanı; ipekler, renkler, pullar, allıklar, pudralar, içki masaları, renkli fenerler arasında bir soytarı acısı ile görünüyor. Ama…’ Ama, gel beriye, dinle çalgıcıyı. Çalgıcı ömür. Şen mi şen. Dünyanın farkında değil çünkü. Çok da sevimli. Fıçı gibi bir şey.” (Çalgıcı –Bozbulanık)
ÇALIK: “‘Çalık bi garı.’ Bir çalık kadın. İri kalçaları, sağlam beyaz dişleri var. Beyaz sağlam dişler. Komşuları olmayan bir kadın. Komşularıyla hamama gitmeyen, çeşmeden su taşımayan, taşlıklara serilip, gülüşüveren kızlarla ahbaplık etmeyen bir kadın. Ne düğüne ünlemeye çıkıverir, ne sarka giyer. Kapı önüne oturmaz. Yoldan bir adam geçse, örtmesini örtüp duvara dönmez; yürür gider. Çalık. ‘Bir çalık garı bu Naciye gız. Ha düşünür, ha düşünür…’” (Susuz XI-Topal Koşma)
ÇETİN: “Gözümün önünde: Tam benim sokağa ve eve göre, dediğim bir imge vardı; saçları gözünün önüne düşen, gömleğinin yakası açık, dişleri, gözleri, saçları, neşesi, kolundaki koca saati pırıl pırıl çilli bir delikanlı. Şöyle hem çakı gibi akıllı, afacan, hem serseri, dalgacı. Ona bir de ad takmıştım: ‘Çetin.’ Artık rastladığım her sarışın delikanlıya, Çetin’e benziyor mu, benzemiyor mu diye bakıyordum. Ondan o kadar çok söz ediyordum ki, aramıza karışmış, bizimle birlikte yaşamaya başlamıştı. Bir arkadaş, örneğin şöyle bir haber getirirdi: ‘Beşer mağazasında bir çocuk var, vallahi tıpkı senin Çetin.’ Bir başkası. ‘Biliyor musun,’ derdi, ‘bizim on iki numarada oturan doktorun oğlu, bana hep senin Çetin’i anımsatıyor.’ Kalabalık bir yerde bir küçük gazeteci çocuk gelir, acele acele sorardı: ‘Abla ‘Yıldız’ çıktı. ‘Ev-İş’ verim mi abla?’ Yanımdaki onun çilli burnunu göstererek: ‘İşte Çetin’in küçüklüğü,’ derdi. Çocuk bir ona, bir bana bakar, burnunu çeker ve: ‘Benim adım Emine,’ derdi, gülüşürdük.” (Mademki Hayal Kurmak Bedavadır- Bozbulanık)
DİK: “Bir gün bizim sokağa uzun uzun bakmış, sonunda kaderimi, köşedeki beton evde oturan Fahir Beylerin, bodruma kapattıkları kurt köpeği DİK’inkine benzetmiştim. İkimiz de bu sokakta tutsaktık. Ona da bana da, dağlar, kırlar, çam havası, deniz kokusu gerekliydi. Bir kurt köpeğinin, vadinin koyu yeşilliğinden fırlayıp dağlara doğru koşuşunu, ta tepede çenesinin o güzel sivrilişi ile gökyüzüne doğru havlayışını düşünürdüm. Oysa, zavallı Dik, burada, bu bodrum katında, bağırıyor, havlıyor, kendini duvardan duvara çarpıyor, sonra yorgun düşerek, en karanlık köşeye çekilip, sessiz sessiz inliyordu. Hırçınlıktan tazıya dönmüştü.” (Özsu- Bozbulanık)
DOMALAN: “ İstiklal Caddesi’nde, kalabalığın içinde karşıma çıkıverirdi. Ayaküstü, acele acele, ‘Sen domalan bilir misin?’ derdi. ‘Orta Anadolu’da çok olur. Patates gibi bir şeydir. Mantar gibi lezzetlidir. Anadolu’nun kıraç, katı kokusunu duyarsın. Kıvılcım ateşe gömülür. Bir kapak açarsın öyle tepesinden, biraz tuz biber. Fevkalade olur.’ Sözü bitince, ‘Eyvallah,’ der, çeker giderdi.” (Susuz VII – Topal Koşma)
EVLİLİK: “‘Çocuk değil önemli olan. Kadın; evlilik de değil. Kadın önemli önce;başarısız bir evliliğin kazandırdığı çocuk nedir bilir misin sen?’ Meli’nin bir aşk tanımlaması var. Sanırım şöyle: Aşk kadınla erkek arasında, fizik ve ruh bakımından, yaşama bağlanış ya da yaşamı anlayıştaki anlam birliğidir. Yanlış bu. Aşk tanımlanamaz bence. Bu evliliktir. Başarılı evlilik.’” (Susuz V- Topal Koşma)
FİNNARİ: “Hafiften bir akşam esintisi çıkmıştı. Elma çiçekleri titreşiyor ve Oya yine öyle gözleri pırıl pırıl ve yanakları ateş içinde oturuyordu. Artık ağlamıyor, ama bu yeni mühendis istekliyi nasıl atlatacağını düşünüyordu. Zehra Hanımın lafları aklına gelince dayanamayıp gülümsedi. ‘Kız finnari…’ diyordu. ‘Âlemin kızları doktor diye, mühendis diye can veriyor. Kız kısmına öyle ressamlık messamlık ne olacakmış. Var bir kocaya da gelip evinde bir kahve içelim. Kız everdik diye azıcık da biz gerinelim bakalım.’” (Keklik Türküsü-Bozbulanık)
FLÖRT : “…Yahu baksana sen, bu memlekette, bu kızlar, bu okumuş aile kızları var ya, şu çemberini kıramamış kızlar, işte onlar, böyle, gururları içinde kurumaya tutsaktırlar. Anladın mı? Düşün düzeyleriyle çevreleri arasındaki dengesizlik onları yiyecektir. Yiyor. Bu memlekette örneğin flörtü anlamış kaç buçuk adam çıkarabilirsin bana? Şöyle kafası tamamen Batıya ayarlı? Bu kızlar için örneğin flört haysiyet kırıcı bir şeydir. Tabiri biliyorsun: müstamel. Allah kahretsin. Bu bizim herifler kızları öper, sever, benzetir, sonra evelenmek için, ellenmedik, dillenmedik ana baba kuzuları ararlar. İşte kafa! Bazıları da bak bak pisliğe bak, namusunu temizlemek için nikâh kıyarlar. İşte bu.” (Susuz VIII-Topal Koşma)
GENÇ KIZ: “Genç kız, o, metresi on dört altmış olan iyi Fransız ketenlerinden, pembe bir elbise giymiş, sarı saçlarını omuzlarına dökmüştü. Hafifçe boyanmış, beyaz çantasını omzuna asmış ve file eldivenler giymişti. Çanta Lion mamulatı, eldivenler altı lira seksen kuruş, açık yakasından görünen, oldukça tombul göğsündeki, bir zincirin ucuna asılı olan elmaslı kuş epeyce bir şeydi, ama kız, bütün bunlara, üstelik o ufak ağzına, o pembe beyaz tenine, sahiden güzel yeşil gözlerine karşın, hoş, zarif, şık bir kız değildi. Oturuşunda, laf dinleyişinde, baş sallayarak onaylayışında genç kızlıktan çok, küçük evlenmiş, iki çocuk doğurmuş, uzun zaman dışarlarda dolaşmış, yükünü tutmuş bir memur karısı hali vardı. Yan gözle koklunda o kalın altın bileziklerden var mı diye baktım, yoktu.” (Aksaray Dolmuş –Bozbulanık)
HAMUR: “Toplumun kanunları insanları mutlu kılmak için düzenlenir. Biz eski teknede yoğrulan yeni hamuruz. Tekneye sığmamız olanaksız. Hamurla tekne arasında, bir kolayı bulunup denge kuruluncaya kadar, bizim mayamız kaçacak. Elimizden geleni yapacağız. Vatandaş olarak, namuslu vatandaş olarak kurtulacağız, ama insan olarak hep açıkta bunun sıkıntısını yaşayacağız. Bu bir kuşak kaderidir.” (Susuz VII-Topal Koşma)
ISLIK: “Birden uzaklardan bir ıslık sesi geldi. Ben de o yana dönerek yanağımı koluma dayadım. ‘Hadi bu da sevgilimin ıslığı olsun’ dedim. İçimden saçları dağınık bir kumral adam geçti. Kaygısız ve şakacı bir hali vardı. Gelip yanıma uzansa, ben de çimenleri koparıp yüzüne serpsem diye düşündüm. Her ne kadar, usumun, o çokbilmiş, ağırbaşlı yanı, ‘Kuzum, piyasa romanlarındaki kızlar gibi bu özencikler de ne oluyor Allahaşkına?’ diyordu ama boş verip burnumu kıvırıverdim.” (Alaturka Şarkılar –Bozbulanık)
İZALE-İ BİKR: “Zamanımız kızları düşünce olarak da, duyguları bakımından da yükselmiş ve kolay doyurulamaz bir duruma gelmişlerdir. Bunun sonucu evlenmenin güçleşmesi oluyor doğal olarak. Bunlardan birçoğu, kendilerini hala dünün evde kalmış kızıyla ölçerek, aşağılık duygusuna kapılıyor sonunda. Böylece evlenmelerin, yüzdeye vurmayayım, ama pek çoğu bir izale-i bikr evlenmesi oluyor. Bu aşağılık duygusundan, çevrenin baskısından kurtulmak için, kim olursa, nasıl olursa olsun bir evlenme yapıyorlar. Olmazsa ayrılıyorlar. Ayrılmak önemli değil. Bu onları evlenmemiş kız durumundan, genç dul haline getiriyor. Bir de çocukları oluyor. Çocuk önemlidir bir kadın için. Çok önemli. Yani sizin anlayacağınız, kızlıklarını sevdikleri biriyle yatıp bozduracaklarına, bu dürüst bir şeydir doğa kanunlarınca, bazı toplumlarda sizin buyurduğunuz gibi, isimleri vardır, sıfatları vardır, evet, öyle yapacaklarına nikâh memurunun imzası ile yapıyorlar.” (Susuz VI-Topal Koşma)
JANDARMA: “ Korku içindeydiler. Hele kadınlar ne olduğunu anlayamıyorlardı. Bu bildikleri kaçakçılık işlerine hem benziyordu, hem… Kaçakçılığın her çeşidi kayalarda. Soyunda sopunda kaçakçı olmayan mı var! Jandarma korkusu, kurşun yarası bilmeyen mi! ‘Candarma kim, polis kim gız, yabancımız mı!’ denir. Ama, emir kuludur onlar. Hükümetin adamı. Burada içleri ezilir. Suskunlaşırlar. Gene ekmek karışır için içine. Ana baba, çoluk çocuk… Bozulurlar. O zaman tutar bir ağıt düzer, en acılı yerine de bir jandarma kurşunu, bir kardeş kanı koyuverirler.” (Dumanaltı-Dumanaltı)
JAN JAK RUSO: “Çocukluğumdan beri sezmedim mi çevremdeki eğitim, öğretim dağınıklığını, düzensizliğini? Çelişkiler içinde bunalmadım mı? Sorularım hep yanıtsız kalırdı. Edebiyatçı, ağzında çatlata çatlata: ‘Şekspir’ derdi. ‘Bir dahi!’ Okuyun. Jan Jak Ruso! Hayranımdır. Okuyun. Tevfik Fikret der ki… Okurdum heyecanla. Ama hiç anlamazdım. Kafam büsbütün karışırdı. Kendime bir değerler düzeni kuramazdım. Neye inanacağımı, nasıl yaşayacağımı bilemedim gitti uzun zaman.” (Umut’a Tezgâh Kurmak-Dumanaltı)
KENT: “O, kente göre ayarlanmıştı. Dar odalara, koltuklara, sandalyelere, elektrik düğmelerine, musluk suyuna göre daralmış, büzülmüştü bir kez. Sokaklar, caddeler bile tümüyle görülemezdi. Kalabalık arasında yürürken, ışıklı büyük vitrinler, bir iki renk, bir eldiven, bir kolye, bir reklam yazısı, bir balkon parmaklığı, bir apartman penceresi çabucak geçer. Bir yan sokak, oradan buradan görünen gökyüzü parçaları, bir taksi numarası…” (Boşlukta Mavi –Bozbulanık)
KURUMAK: “Rica ederim Macit, bende öyle sinirli ya da umutsuz, mariz bir kız tipi falan aramaya kalkma. Ben, tersine yaşamayı, havayı, suyu, yürümeyi, gülmeyi, ne bileyim ne… Ben her şeyi seviyorum. Bu içimdeki, anlatamadığım başka bir şey. Ben için için kuruyorum anlıyor musun? Bu, örneğin salçanın kuruması gibi değil. Kuruyan salçayı, biraz sıcak su ile karıştırıp, kaşığın tersi ile kuvvetlice ezersen tazelenir. Benim tazelenme gereksinim yok. Ben her zaman yaşama bağlıyım. Aman bunlar da ne laflar Allahaşkına. Anlatamıyorum. İşin kötüsü, sen de anlamıyorsun. Bana, sevgiliden daha çok, bir dost gerek anladın mı? Ben; toprağı, suyu, içimde duymak, böyle yaşamanın tadını çıkara çıkara yaşamak, bir işe yaramak, bir… Üf aman Allahaşkına gülüp durma! Macit ne demişti: ‘Canım, bu kadar uzatacak ne var. Sen açık havada yaşamak istiyorsun. Bu bir çeşit doğa hasreti.’” (Kurumak–Bozbulanık)
LAMBA: “Bir taşra kenti. Taş yapıları, camileri, odun pazarları, büyük kapalı çarşısıyla, bin yıllık bir eskinin, koyu karanlık boz rengi içinde akşam olur orada. Sönük sönük yanarak, ancak dibini aydınlatıp, çevresindeki boş arsalara, yangın yerlerine, taş merdivenlerin köşelerine, kuruntulu korkular yayan sokak lambalarıyla.” (Bugenvilli Başlangıç-Bir Kara Derin Kuyu)
MASA: “Susmuşlukları bozulur. Konuşurlar. ‘Düşün…’ der kahverengi adam. Avurdunu içeri çeker. Alnında mor bir damar kabarır parmak kalınlığında. Bıyıkları ve ela gözleri sarı sarı parlar. ‘Evden geçtim, benim bir masam yok. Düşün, bir masa. Sıradan bir masa. Üzerine kitaplarını yerleştireceğin, kendinin olan, hep seni bekleyen bir masa. Bu önemli işte. Bunu anlatamazsın. Kimse bunu anlamaz. Benim kaç yılım çürüdü bu yüzden. Bu en küçük örnek. Anlatamazsın.’” (Susuz V-Topal Koşma)
MEYHANE: “ İspiro’nun meyhanesi iyidir. İki arkadaş orada oturup konuşabilirler. Rahatça içebilirler. Dünyanın bütün meyhanelerinde dumanlı ışıklar yanar. Balıklar tavada kızarır. Sucuğa yumurta kırılır. Kadehler, fıçılar, bardaklar, gemiler, balıkçılar, karanlıklarını gözlerinde taşıyan adamlar, kaybolmuşlar, dünyanın bütün meyhaneleri kısa süreli bir avunduk havasında içerler. Kısa süreli bir boş verme anı yaşarlar.” (Susuz V-Topal Koşma)
MOZART: “O Mozart getirirdi bir gün kendince: ‘Mozart, katkısız saf maviler, aydınlık griler üzerinde, ışıktan çizilmiş geometrik biçimlerdir. Mozart insana olgunun düzenini, rahatlığını verir.’ Özün, ‘Al benden de Debussy,’ derdi. ‘Sisin içinde, bilinmez bir yerlerden ışık alan yağmurdur o.’” (Susuz VII- Topal Koşma)
NAMUS: “Dışardan bir kopuk cümle daha geldi: ‘… Namusuyla oturana ekmek…’ Makinenin kolunu çevirdi. Hep söylenen bu işte: “Namusluya ekmek yok bu dönemde. Namus mamus aramıyor herifler şimdi. Namuslu oldu da ne oldu. Namus… Namus…” Kol dönüyordu: ‘Namus… Namus…’ Nermin Hanım dalgın dalgın dikilen çuvalları çevirmeye başladı. ‘Şu namus dedikleri ne ki acaba?’ Düşünceleri hızla akmaya başladı: O namusluydu. Yani kocasından başka erkek düşünmemişti. Evi, çocukları ile uğraşmış, dünya budur sanmıştı. Ama kocasını da düşünmemişti. Ancak şimdi, insan denen şeyi, insan ruhunu düşünmeyi akıl edebiliyordu. Profesör Nimet, Fethi Beyin geldiği geceler uyuklardı da, kocası: ‘Ah Nermin ah,’ derdi, ‘sende bu kabiliyetsizlik varken…’ Ne demek istediğini şimdi anlıyordu. ‘Geç kaldık!’ dedi çuvallara. Çuvallar anlar mı? Kimse anlamıyor ki, çuvallar anlasın onu.” (Dünyada Teknik Arıza –Bozbulanık)
ODA: “Oda, iyi döşenmiş bir oda… Ama yabancı bir göz için bu. Bir bakışta, köşedeki çini soba, ortadaki üzeri muşambalı ceviz yemek masası, işlemeli keten perdeler gözü çekebilir. Gelgelelim Nermin Hanım, bir türlü alışamadığı parasızlık, dulluk, geçim sıkıntısı içinde, bir, acıdan geçip acılaşma ve artık hiçbir acı duymama haliyle böyle arada bir doğrulduğunda, duvarların badanasızlığına içi daralarak bakar. Yer yer yırtılmış muşambaların üzerinde, karyolanın altında tozların uçuştuğunu, sürahinin, ampulün, sinek pisliği ve toz içinde, örtülerin kirli, perdelerin yıkanamayacak kadar eskimiş olduğunu görür; elleri, göğsü, bacakları hatta boğazının deliği çuval kılı içinde, sıkıntıdan saçlarının dibi yanarak, beyni ağrıyarak hareketsiz kalır.” (Dünyada Teknik Arıza –Bozbulanık)
ÖĞRETMEN: “Gökyüzüne bakıyor. Gökyüzünden kuşlar geçiyor. Zil bir türlü çalmıyor. Bir an yaşamak tümüyle boş görünüyor. Çocuklar gürültü ediyorlar. Kolunu bile kıpırdatacak hali kalmamış. Yazı tahtası simsiyah, her yer tebeşir tozu içinde. Çocukların elleri kirli. Sırtı ağrıyor. Rüzgâr camlara çarpıp çarpıp geçiyor. Sandalyede oturmaktan beli tutulmuş. Sevgi, dolu dolu öksürüyor. Fakir çocukcağız. Soğuk. Şubat pis bir ay. Evde olsa şimdi… Minderin köşesine büzülüp roman okusa, koca bir bardak kakao içse ya da radyoyu açıp bir İspanyol tangosu dinlese. Gece de sinemaya gitmeli ve ertesi gün tam on buçuğa kadar uyumalı… Böylece yüz altmış lira maaşı, parmağında eflatun taşlı yüzüğü, yakasında yıldız çiçeği, ela gözlerinde engin engin düşünceleriyle kürsüde bir genç kız oturuyor. Öğretmen…” (Öğretmen-Bozbulanık)
ÖZ: “Kaşım gözüm pır pır oynayarak, bulantılı bir mide ağrısıyla, ‘İnan ki artık dayanamıyorum,’ dedim. ‘Ben de,’ dedi. ‘Ama, bu ölü toprağını ne yapıp yapıp atmalıyız üzerimizden. Özümüz geçecek, özümüz.’ Balık tutanlara baktık, denize baktık, sustuk. Yavaşça, ‘Çaremiz kesik/mi?’ dedi. ‘Yaşamaya, ayakta kalmaya, üstesinden gelmeye bakacağız. Böyle!’ Gene balıkçılara, gülüşmelere baktık, gözlerimizi kısarak. Sıkıntıyla.” (Büyük Liman İçine de Pazar Kurulur Pazar- Bir Kara Derin Kuyu)
PEPSİ : “‘Kula,’ diyor kahveciye, ‘u’ uzun, vurgulu, ‘la’ dilini damağına dokundurup çekerken, boşlukta yuvarlatılmış bir ‘la’. Uzak bir ülke, içimi kıpraştıran bir çekip gitme, başka memleketler görme duygusu dolanıp geçiyor, görünür gibi olup kayboluyor: kahvecinin sesi renk vermiyor. Havasını anlayamıyorum. Zaten çok yakınlarda değilim. Bir yerlinin, dilini bilmediği yabancı gezginler karşısında geliştirdiği el kol hareketleriyle, ‘Kola yok. Pepsi olur mu?’ diyor. Yabancı adam oturuyor. İşaret parmağı kitabın okuduğu sayfasının arasında. Sandalyesinde kaykılıp, kitabını açıyor. Kahveci sabırla dikiliyor. Adam gülüyor. ‘Yes.’ ‘Pepsi. Is possible. Both make life beautiful.’” (Bugenvilli Başlangıç- Bir Kara Derin Kuyu)
PİÇ: “Yine bir gün Aliye, ‘Bu dünya piçlerle dolu,’ diyordu. ‘Örneğin ben piçin alasıyım. Benim babam pis, adi, sarhoş herifin biri. Annem de eh, sıradan bir kadın. Birbirini düşünmeden, arzu etmeden, rastgele birleşmiş iki insan. Nikâh ne demek? Ne idüğü belirsiz bir herif, yani imam; üç beş kişiden âmin âmin ve peydahlanan ben. Ama düşünün, birbirini arayıp, bulan, isteyen iki ruh, iki vücut birleşirse… O zaman kâğıtlar ve imzalar bir yana, doğan çocuk piç değildir. Kesinlikle! Sahici insan odur işte…’” (Öğretmen –Bozbulanık)
RESİM: “Özün ilk evlendikleri günlerden birinde, elinde salata tabağı, duygulu bir duruşla dikilip kalmış. Yüzünde bir çocuk sevinci, hemen onun yanında bir çocuk ürkekliği, öyle duruyor. ‘Resim yapmak istiyorum Sahir. Günlerce, her işi bırakıp resim yapmak istiyorum.’ Boynun büküp gülüyor. ‘Ama evlendiğim için de çok memnunum Senin işini yapmak hoşuma gidiyor. Böyle canlı canlı bir insana sahip olmak, çok hoş bir şey.’” (Susuz VI-Topal Koşma)
RUM KIZI : “Sofiya durup dururken bir türkü tutturur. ‘La la yulayla.’ Bu, ‘Vre ben senin gibileri kıçımla sallarım. Çok gördük senin gibi namusluları…’ demektir. Bu ince titrek ses, ayrıca küçük bir Rum kızı demektir. O kara ışık gözleriyle deniz kenarında kalaylı tencere uğan küçücük, öksüz bir Rum kızı. En çok çakıl taşlarını, renkli böcekleri, denizi seven küçücük bir Rum kızı.” (Susuz XI-Topal Koşma)
SİGARA BÖREĞİ: “Bir kadının boynuna sarılmak, onu kucağa alıp, fırıl fırıl döndürerek bağırtmak, ona sevdiklerinden selamlar götürmek, sonra çardaktaki kanepenin üzerine yan gelerek : ‘Raniciğim ben mutlaka sigara böreği isterim. Salataları ben koparırım, sen bir patlıcan kızart başka bir şey istemem’ diye nazlanmak; onun, ‘Yavrum istediğin börek olsun, şimdi yaparım,’ diyen dingin sesini duymak… O zamanlar öyle bir gönül rahatlığı duyarım ki dudaklarım titrer.” (Alaturka Şarkılar-Bozbulanık)
ŞOFÖR SABİR : “Şoför Sabir, it Sabir, kopuk Sabir… Kimin nesidir bilinmez. Kendi de bilmez. Böyle içip içip efkârlandığı vakitler, bir Karadeniz kıyısı anımsar. Bir karayel eser. Hayalinden, sert yüzlü, mavi gözlü bir kadın geçer. Hepsi bu işte. Geri yanı, dağda taşta, şoför yamaklığında, hanlarda, yollarda geçmiş bir delikanlılık. Şimdi ‘Kimdir?’ dense, gene kimse, doğru dürüst bir şey anlatamaz. Masal gibidir havası. Enine en, boyuna civan, şahin bakışlı, kartal uçuşlu Şoför Sabir. Sonra, çarşıdan hızla geçip rıhtım kahvesinin önünde yolcu boşaltan, parlak mavi Bozkurt otobüsleri; içip içip dağlarda gezen bir adam; yangın olduğu Rum karısı Sofiya… Ve dağın tepesinde Fehmi Ustanın evine yakın bir evde, ablak köylü suratı, uçuklamış dudaklarıyla onaltısını yeni bitirmiş karısı.” (Uzun Hava – Bozbulanık)
TIĞ: “Tığın ucu, ipliği ilmeleyerek sık iğnenin üzerine dalar çıkar. Bir süre sonra dize konarak, sıvazlanıp bakılır. Örnek çıkmıştır ortaya. İster avluda, asmalardan benek benek süzülen ışığı altında olsun, ister bahçelerde, ağaç gölgelerinde oturulsun, sözcükler, kız gülüşmeler, tasasız esnemeler arasında oradan oraya uçar: ‘Ay gız bu örneği çok seviyom ben be!’” (Tedirgin –Dumanaltı)
UT : “Bir kış günüydü. Hava kapalı ve sıkıntılıydı. Adaya giden bir vapurda dalgın dalgın oturuyordum. Herkes kendi dünyasındaydı zaten. Kimi denizi seyrediyor, kimi çenesi avucunda düşünüyor ve hiç kimse konuşmuyordu. Bir ara, hafiften bir ut sesi duyuldu ve kalın bir erkek sesi bir şarkıyı söylemeye başladı. ‘Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime.’ Adam utu güzel çalmıyordu, belki de güzel çalıyordu. Sesi etkili ya da değildi. Ama ben Rana Teyzenin sesini duyuyordum. Onun çok sevdiği bir şarkıydı bu.” (Alaturka Şarkılar –Bozbulanık)
ÜLKE: “Tiyatroları, sinemaları, konserleri hiç kaçırmaz. Gazetelerdeki eleştiri yazılarını özellikle izler. Okur, kendi beğenisini ölçer. Fakir bir memleketin çocuğudur. Ülkesi de geri kalmış bir ülkedir. Bunu hiç aklından çıkarmaz.” (İkircim-Dumanaltı)
ÜNLEM: “Onun tek parlak olan şeyi, sesiyle kahkahasıdır. Elbette eğitilmiş, üzerinde düşünülmüş, denetlenmiş, sınanmış, durumlara göre özellikle biçimlendirilmiş, kısa, uzun, yarım bırakılmış… Ünlem bir de. Nili, ünlemlerin yabancı bir dili anımsatan vurgularıyla, en iyi uyuşan bir ses bulmuştur kendine. Onu kullanır. Biraz kısık, biraz kalınlaştırılmış. Bu ünlemlerdeki vurgu, yabancı dil bildiği için değil kuşkusuz, yalnız.” (Tedirgin- Dumanaltı)
VAKİT: “Akşamın bir vakti var; gökyüzünden iniveriyor çaktırmadan. Çarşının alvala akşamına sinsi bir saldırı bu. Renkleri düşmanca solduruyor çünkü. Çınarlar karanlığa hazırlanan bir hışıltıyla, daha görkemli bir görünüş alarak, rıhtımdaki kahvelerden gelen tavla şakırtılarına, gülüşmelere, yosun kokusuna, ızgara balık kokusuna doğru büyüyor. Doğanın bereketiyle şenlenen manav tahtalarında, su yeşili, domates, elma, nar karışımı kırmızı, üzüm sarısı renk atmaya başlıyor. Dükkân içleri karanlık kovuklara dönüşüyor. Kalabalık durakta bir kadın var. Geçkinliğine karşın hala çok güzel. Bir o seziyor bunu. Acıyla iç geçiriyor. Akşamın bu vakti ona dokunuyor.” (Bir Kara Derin Kuyu-Bir Kara Derin Kuyu)
YALNIZ: “Yalnızlar geliyor. Onları gözlerinden bilirim. Kalabalık caddelerde, ıssız kır yollarında, dairelerin loş koridorlarında… Nerede rastlarsam rastlayım hemen tanırım. Alaycı erkekler görürüm. Kısılmış gözleri ve sımsıkı kapanmış dudaklarıyla. Kahredici bakışları bende kalır. Kadınlar bilirim, kabadayı ve yırtıcı görünüşlerinin, boyların, kokuların altında ürkek, yalnız kadınlar. O zaman loş ara sokaklar, çürümüş, kokmuş, tiksinilmiş, kusulmuş bir şeyler duyarım. Düşünmemeye çalışırım. ‘Bir şey kaybetmiş bunlar’ derim. Duyarım. Anlatamam. Çocuklarını, annelerini unutmuşlardır tümden. İçin için aydınlanıp gülemezler hiçbir zaman…” (Narin- Bozbulanık)
YEŞİL: “Sabiha Hanım, uzanıp radyonun düğmesini çevirdi. ‘Fesleğen ektim gül bitti.’ Yeşil, canlı, pırıl pırıldı şimdi. Gözünün önüne bir havuz başı geliyor Rıza Beyin. Kaç yıl geçti. Otuz. Kırk. Yaş elli beş… Havuz mermer. Suyu yeşil. Yosunlar, yeşil, çimenler yeşil, ağaçlar, kuşlar, oyalar, yemeniler hep yeşil. Hele Nazire’nin gözleri, yemyeşildi. Sarı sarı hareli. Rumeli kadınları, sağlam, kumral kadınlardı o zamanlar. Neşeli. Kekik kokusu gibi sesleri vardı. Nazire bir türkü söylerdi: ‘İki geyik bir derede su içer. Nasıl geçti yıllar?’” (Bazıları – Bozbulanık)
ZİNCİR: “Boynundaki altın zinciri, tam orada, memelerinin birleştiği yerde düğümler. Arif onun açık yakalarını sever. O, başkalarının kocalarına benzemez. Tüm ayrıntıları gözler.” (Tedirgin-Dumanaltı)
* İpekli Mendil yazarlarının hazırladığı siteye ve daha fazla içeriğe ulaşmak için tıklayınız.
Yeni yorum gönder