Alain de Botton’dan çevirdiğim ilk kitap olan Romantik Hareket, ilk kez Sel Yayıncılık Genel Yayın Yönetmeni İrfan Sancı tarafından 2 Haziran 2000 tarihinde Beyoğlu’nda bir kafede karşıma getirildi. Tamı tamı hangi tarihte kitapla tanıştığımın ne gibi bir önem taşıdığını, dahası bunu nasıl bu kadar net hatırladığımı merak edenleriniz olacaktır. O gün o kafede kitabın orijinalini elime alıp birinci bölümü okudum. Romanın başkarakteri Alice’in içinde yer eden, bir türlü baş edemediği, benim de çok çok iyi bildiğim o romantik yalnızlık hissinin tarifiyle başlıyordu kitap. İlk bölümün son cümlesi (ki Alain de Botton’un bölüm sonları çok önemlidir, her zaman vurucu bir nitelik taşır) şöyle diyordu okura:
"Bu sessiz gözyaşlarının ardında yatan şey, içini kemiren üzüntü verici bir düşünceydi. Bir gün ayağı kayıp, bu gezegenin kenarından aşağı düşecek olsa, hiçkimsenin onun yokluğunu bir an bile hissetmeyeceği düşüncesiydi belki de."
Kitabı alıp, en kısa zamanda karar vereceğimi söyleyip kafeden ve sevgili İrfan Sancı’dan ayrıldım. Aynı akşam Atatürk Kültür Merkezi’ne, Pina Bausch’un Masurco Fogo adlı gösterisine gittim. Sahne açıldı, bir kadın dansçı, kelimenin tam anlamıyla ‘tek başına’ dans etmeye başladı. Dansın en hüzünlü anında yere uzandı, bizlere doğru yuvarlandı, yuvarlandı, yuvarlandı ve sahnenin köşesinden aşağıya düştü.
İçim cız etti. Ve kitabı çevirmeye karar verdim.
Romantik Hareket’i bir okur olarak keşfettiğimde, milyonlarca kişiden oluşan Alain de Botton okurlar kervanının bir parçası olmuştum ben de. On yıl süren ve toplam üç kitabını çevirdiğim macera boyunca, yazarın yarattığı ‘cemaat'in bir parçası olmanın nasıl bir şey olduğunu düşündüm. Yazarın, yazdıkları aracılığıyla, benzer özellikler gösteren böylesi bir cemaat yarattığı kesin.
Klasik bir Alain de Botton okuru büyük olasılıkla kadındır. Yine Botton okuru kadın, biraz önce okuduğu kitapla şu anda seyrettiği dans gösterisi arasında kurulan tesadüfi paralellikten büyük bir haz duyar. Canı sıkıldığı zaman felsefe ve edebiyatta teselli bulmaya çalışır. Yaşadığı ilişkileri derinlemesine ele almayı sever, ancak oluşan sorunların net ve düz çözümlerle değil, çok yönlü çok renkli daha soğukkanlı çözümlerle aşılabileceğini bilir. Nick Hornby, Woody Allen, Jim Jarmusch, Julian Barnes’ın lirizmle ironiyi bir araya getiren tavrına bayılır. Bireyin kendisiyle ilgili -ciddi trajik olaylar hariç- hemen her şeyle dalga geçilebileceğini bilir. Felsefenin tozlu kitapların ardındaki değil, yaşamın içindeki, birebir yaşamsal olaylarla ilişkilendirilen varlığını hedef alır.
Alain de Botton nihayet İstanbul’a geldiğinde ve biz onunla bir kahvaltı için buluştuğumuzda, bunca zamandır internet üzerinden yürüttüğümüz söyleşilerimiz ve iletişimimizin çok dışında bir gerçekle yüz yüze gelmiş oldum: Alain de Botton kendi yarattığı okur profiline birebir benzeyen biri öncelikle. Işıl ışıl mavi gözleriyle karşındakiyle çok dolaysız, dürüst, perdesiz bir ilişki kuruyor. Ancak söyledikleri çok ilginç bir biçimde, söylemek istediğinin tam zıddını da satır aralarında içeriyor. Daha doğrusu, tam zıddının da gerçek olma olasılığını ima ediyor size.
Bir örnek vermek gerekirse: En son çıkacak olan kitabı ‘Ateistler İçin Din’, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm’i ele alıyor; İslam’ı içermiyor. Bu konuda toplantıda soru üzerine soru yöneltildi kendisine. Önce İslam’ın İngilizce tabiriyle ‘sıcak patates‘ olduğundan dem vurdu De Botton; yani İslam'ın hayli ihtilaflı bir mevzu olduğundan söyledi. Konuşmasının daha ilerleyen bölümlerinde, dünyada onlarca dinin olduğunu, ama kendisinin yalnızca üç dini seçip onlarla ilgili yazmayı tercih ettiğini, bu konuda bir seçim yapmak zorunda olduğunu anlattı. Şu ya da bu şekilde, kitapta temel olan düşünce şu: Yaşadığımız çağda ateist de olsak, dindar da, dinden ve ahlâktan öğrenecek çok şeyimiz var. Gazetecilerden biri, özgürlüklerin kısıtlanmasıyla ilgili kaygılarını dile getirdiği noktada, ‘Bir çocuğu yetiştirirken ona sonsuz özgürlük verecek olursanız, başarısız olmanız kaçınılmazdır‘ dedi yazar: "Kısıtlamaların gerçekten işe yaradığı alanlar var. Dünya zulümle ve kötülükle dolu. Bu noktada dinden öğrenecek çok şey var."
Ben de işte tam o anda, dinin öğreticiliğinin konuşulduğu sırada, Alain de Botton’un ‘çocukların eğitimi’yle ilgili bir örnek vermesinin tesadüf eseri olmadığını düşündüm. Yazar, bizim de o gün kahvaltıda konuştuğumuz gibi, eserlerinin didaktik bir tonu olduğunu asla reddetmiyor. Hatta bazı ülkelerde De Botton’un kitapları eğitim müfredatında yer alıyor, üniversitelerde okuma malzemesi olarak öğrencilere sunuluyor.
Alain de Botton’un kitaplarının birincil amacı, mizah dolu bir eğitimle, bizi kendi yaşamlarımızı analiz etmeye kışkırtmak. Belki de bu yüzden, günlük yaşamlarını analiz etmeyi daha çok seven, buna daha çok kafa yoran ve saat ayıran kadınlar, onun okur kitlesinin büyük çoğunluğunu oluşturuyor. (Kendisiyle buluşacağımı bir sosyal paylaşım sitesinde yazdığımda, onlarca yorum aldım. Bu yorumların yüzde sekseni de aynı şekilde kadınlara aitti). Belki de bu yüzden onun kitapları kimi zaman klasik kişisel gelişim kitaplarıyla karıştırılıyor ve bu açıdan yanlış anlaşılıyor.
Kahvaltı bitmeden hemen önce, kendisine nasıl bir okur kitlesine hitap ettiğiyle ilgili bir soru sordum. Benim gözlemime göre, onun kitaplarında ortak olan şey, ‘sıradan okur’a hitap edebildiği gibi, satır aralarında ‘ironik‘ ve kendi anlattığı meseleyle bile inceden inceye alay eden bir ton olması. Bu noktada daha ‘entelektüel‘ bir okur kitlesine de göz kırpıyor. Cevabı şöyle oldu: "Bana göre ‘sıradan okur‘ ya da daha ‘entelektüel okur‘ gibi bir fark yok. Biz, hepimiz, aynı bütünün farklı karikatürleriyiz. Bir profesörü, fabrika işçisi olarak görevlendirdiğinizde bir süre sonra öyle yaşayıp düşünmeye başlar. ‘Sıradan okur‘ kategorisindeki bir insan da annesini kaybeder, tutar şair olur. Bizi biz yapan, içinde bulunduğumuz koşullardır sadece."
Uzun yıllardır merakla beklediğim bu buluşma, benim açımdan, İsviçre doğumlu, Britanyalı, babasının Mısır menşei dolayısıyla Akdenizlilere karşı büyük bir pozitif önyargıyla yetiştirilmiş Alain de Botton’un önemli bir projenin ajanı olduğu sonucuyla bitti. ‘Ajan’ sözcüğü bizi korkutmasın, ‘yapıp eden’ anlamıyla kullanıyorum. Alain de Botton, bireysel varlığı ve yaşamla kurduğu dolaysız ilişkiyle bir din yarattı, bu dinin de büyük bir cemaati var. Ve kendisinin de belirttiği gibi, ‘bir cemaate ait olmak‘ fenomeninin kendisinden öğreneceklerimiz, kütüphaneler boyu kitabı aşar.
Bütün bunların üzerine söylenecek son bir sözüm daha var. Eğer yapabiliyorsanız, hiç cemaatiniz olmasa da kendi dininizi yaratın.
Yeni yorum gönder