Değirmencinin oğlu. Saçlarına aklar yeni düşmeye başladı. Saçlarını değirmende ağartmamış ama, sesi, sözü ve sazı değirmenden öğrenmiş, o yüzden ilk okulu değirmen, babasının değirmeni. Sanki değirmen değil bir cemevi. Cemevi, ki kötü niyetlilerin söylediğine göre bir ibadet evi değil, cümbüş evidir. Aslında ne güzel bir suçlama yaptığının farkında değil bunu söyleyen. Cemevi, canevi, cümbüşevi, gönülevi, dilevi, aşkevi, meşkevi, yolevi, dirlikevi, birlikevi, narevi, demevi, sesevi, sözevi, sazevi, cümbüşevi, alevi. Çok ev var cem evinin içinde. Adından belli anlamından cem, toplanma yeri, cemaat yeri. Saçları da bağlaması kadar Arif Sağ’ı tamamlayan bir parçası. Saçlarını öne düşürerek, adeta transa geçerek, iki saat bağlama çalar, fırtına gibi çalar. Deli dalga.
Değirmencinin oğlu olmak, hayatın oğlu olmak gibi, toprağın, göğün, suların, tabiatın oğlu olmak gibi bir şey. Hem de ilk dersini orada aldıysan, sezgilerin orada geliştiyse ve sen bunu unutmadıysan. Arif Sağ, derdini, sevincini, halini hem sözle, hem sesle hem de sazla dile getiriyor, ama o değirmenle ses ilişkisini öyle bir anlatması var ki, insanın gidip o değirmende üç gün ‘değirmen nöbeti’ tutası geliyor.
"Tek bir ses, suyun sesi. Su altta pervanelere vurur. Pervanenin dönerken çıkardığı ses ve bir de iki taşın birbirine sürtmesinin sesi birbirine karışır. O sesi değiştiren tek yabancı unsur vardır. O da kocaman, şakşak denen ağaçtır. Ağacın üzerine nal çakarlar. Taş döndükçe ona sürter, ara sıra taşın çakılları değer, şangır şungur sesler çıkarır. Yani düz sesi bir ritimle, değişik seslerle bozar. Değirmende bu sesleri sürekli dinlemek zorundasınız. Taşlar devamlı döner ve şakşak dediğimiz ağacın üstündeki o nalların sesi değirmen taşına müzikte duyduğun ritmi verir. Ve orada hayal kurarsın, rüya görürsün... Orkestralar yönetirdim orda kendimce. Müziği ben oradan hatırlıyorum.”
Müziği oradan hatırlıyor ve ne değirmeni, ne sesini unutuyor. Acaba Cahit Külebi’nin “Tokat’a Doğru” şiirini okudu mu diye merak ediyorum. Çok sevdiğim bu şiirle Arif Sağ’ın ‘değirmen senfonisi’, yoksa ‘değirmenci semahı’ mı desem, arasında bir ses kardeşliği var çünkü: “Çamlıbel'den Tokat'a doğru/ Tozlu yolların aktığı ırmak!/ Ben seni çoktan unuttum;/Sen de unuttun mu, dön geri bak./…/Atların kuyruğu düğümlü,/ Bir yandan yağmur yağar, ıslak;/ Bir yandan hamutlar şak şak eder,/Bir yandan tekerler döner, dön geri bak./…/Orda, derenin içinde/İki üç akçakavak,/Tekerler döner, başım döner,/Kavaklar yeşeriyor dön geri bak./…/Orda, derenin içinde/İki üç çırılçıplak/Alçacık damı düşündükçe/ Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak./…/Irmaklar gibi uzaklaşır/Bir türkü kadar uzak/Tekerler iki çizgi bırakır,/Hamutlar şak şak eder, dön geri bak.”
Köylüler babasının değirmenine gelip iki-üç gün kalırlarmış, sıra beklerlermiş, un öğütmek için gereken süreymiş bu. Eğlenceli bir yer olduğunu anlatıyor Arif Sağ. Nazlı Babaannem, babam gittiği yerden gecikince, son yıllarında bile, tek oğlu olduğu için herhalde hem çok merak eder hem de geldiğinde koskoca adam demeden azarlardı: “Kel oğlan yıkık değirmende kırk gün eğleniyorsun, nerde kaldın yine?” derdi. Demek ki değirmende ‘eğlenmek’ diye bir şey varmış, iki anlamıyla da, hem eğlenceli bir yer hem de orada beklemek anlamında.
Değirmenden Arif Sağ’a, oradan babama ve babaanneme. Arif hoca’yla, ya da ‘Hace Arif’le ya da annemin onu televizyonda gördüğü zaman söylediği gibi ‘Koca Arif’le akrabayız. Babaaannem tarafından. Erzurum’un Aşkale ilçesi, ki eski adı Sos, “Varlık Vergisi” uygulamalarıyla da meşhur, Hacıhamza köyünden babaannem, Arif Sağ da Dallı köyünden. Onun babaannesi, babaannemin bibisi (hala) oluyor, adı çok güzel, Hoş Ana. 1970’de İstanbul’a Eskişehir’den ikinci gidişimde baabaannem de vardı, kayıp akrabalarını arıyorduk, Ankara’dan İstanbul’a, birini bulunca ondan doğru başka birini de buluyorduk. Dayısını bulmuştuk, onun sözleri üstüne Hoş Ana’yı bulmak için İstanbul Çağlayan’a gelmiştik, yaz tatiliydi, galiba Arif Sağ’ın abisinin eviydi, orada bir hafta kalmıştık, baabannem pek mutluydu, akrabalarını bulmuştu. O zaman 60 yaşındaydı. Arif Sağ henüz 25 yaşında ve Orhan Gencebay’la birlikte Zeki Müren’den Barış Manço’ya kadar hemen tüm ünlülerin arkasında fırtına gibi bağlama çaldıkları yıllar. Günde 10-15 plak için stüdyoya girerlermiş ve ikisi de Nida Tüfekçi’nin müzik okulundan sonra da İstanbul radyosuna girmiş çok iyi iki arkadaş. 45’lik yılları. Arif Sağ hem başkaları için çalıyor hem de söz ve müziği kendisine ait olan 45’liklerle ortalığı kasıp kavuruyor, plaklar 500 bin satıyor, taksilere giriyor. “Kötü Kader”den “Gurbet Treni”ne kadar tam 45 adet plak yapıyor, 200’ün üzerinde de bestesi var o yıllarda arabesk-fantazi tarzında. 1970’de 14 yaşında küçük bir solcuyum, zaten 6 ay sonra lise başlayacak ve ilk yarıda Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını savunan bildiriler hazırlayıp dağıttığım için gözaltına alınıp okuldan atılacağım. Arabesk müziğin şiddetle karşısındayım. Arif Sağ bana bir plağını hediye etti. Genç, dalgın, hülyalı ve sonradan kendi deyimiyle ‘yaşanmamış yıllar’ındaki ‘cehalet Dönemi’ndeki Arif Sağ. Fakat karşısında yeminli arabesk düşmanı, onun en yakın arkadaşı olan Orhan Gencebay düşmanı bir küçük solcu olduğunu unutmuştu: “Ben arabesk müzik sevmiyorum, böyle yoz müzikleri dinlemiyorum” dedim. Plak elinde kaldı Arif Sağ’ın.
Bir daha da tam 35 yıl sonra karşılaştık. Datça’da yapılan Can Şenliği’ne konuşmacı olarak çağrılmıştım, Can Yücel’i anma toplantılarının sonuncusuymuş meğer, sanırım 2005 yılıydı. Lübnanlı ünlü ud sanatçısı Marcel Khalife’yle birlikte Arif Sağ da çağrılıydı. Ben şairlerle birlikte başka masalarda oturup kalkıyordum, yiyip içiyorduk, o müzisyenlerle başka masalarda. Bir gece artık hayli içkiliyken gidip konuşmak istedim, fakat nedense abuk sabuk laflar çıkar ağzımdan diye vazgectim. Babaannem cennetmekan olalı çok oldu, bir daha da Arif Sağ’la hiç karşılaşmadık, akrabalık aramızda güzel bir anı olarak duruyor hala.
“Yol Ver Dağlar”dan “Seher Yıldızı”na, elbette “Bugün Bize Pir Geldi”ye, oradan pek çok deyişe, semaha, Alevi türkülerini biraz da Arif Sağ’dan öğrendi memleket, onunla sevdi. Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu ve Yavuz Top’la birlikte yaptıkları “Muhabbet” albümleri Alevilerin kendilerini daha rahat ifade etmelerinde etkili oldu. Bazen sahnede hiç konuşmadan iki saat bağlamasıyla sevişiyor, sonra da gidiyor. Bazen de kendi sözünü kesercesine ya da kendinden söz kaparcasına konuşuyor, siyasetten sanata her şeyden dem vuruyor. O benim uzak akrabam ama benim için, en çok da “mavilim” türküsünü söyleyen adam. “Mavilim yazık sana/gül koydum azık sana” diye bir mavinin, gülün kıymetini bilen adam. Sesi işte tam o anda mavi bir ses oluyor, tıpkı o değirmeni döndüren ses gibi, anıların sesi gibi, çocukluk gibi açık, yalın ve mavi bir ses.
Yeni yorum gönder