Kemal Tahir’in onunla 1960’ta yapılan bir mülakatta söyledikleri öyle etkileyiciydi ki okur okumaz söylediklerini Sabitfikir okurlarıyla paylaşmak istedim. Büyük yazar bu kısacık mülakatta hem hâlâ nihayetlenmemiş bir tartışmayı başlatıyor hem de okurlarıyla roman sanatı, romancının sorumluluğu gibi konulardaki fikirlerini paylaşıyordu. Hatta araya eşsiz bir yazma dersi bile sıkıştırıyordu. Hepsini yazdım. Sorduğu soruya kendi cevabımı da verdim. İşte Kemal Tahir’in roman alanındaki Top 10’u ve benim on birincilerim…
Kütüphanemi karıştırırken bir köşede bulduğum kitap bu hafta derin düşüncelere dalmama sebep oldu. Yeterince vaktim vardı. Koronavirüs pandemisi dolayısıyla bir süre için evde çalışma sistemine geçmiştik ve bu, herkes gibi benim de eskisine göre çok daha fazla okuduğum, yazdığım ve düşündüğüm anlamına geliyordu. (Zorunlu inzivam esnasında kendime ve edebiyata dair keşfettiklerimi belki başka bir yazıda konuşuruz.)
Sözünü ettiğim kitap, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar adını taşıyor. 1960’ta basılan kitabın müellifi, Mustafa Baydar. Elli edebiyatçıyla çeşitli mülakatlar yapan Baydar’ın konuştuğu yazarlar arasında bugün çoktan unutulmuş isimler de var, Halide Edip Adıvar, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi devler de.
Kemal Tahir mülakatıysa tazeliği ve özgünlüğüyle nefes kesiyor. O yüzden bu yazıda hem mülakattan birkaç alıntı yapmak hem de üstadın cevap aradığı o büyük soruyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Ama durun, en başından başlayalım… Kemal Tahir ilkin Maksim Gorki’nin “Batı dünyasında edebiyat çok da sanatçı yok” sözünü -bir tarih ilavesiyle- aktarıyor: “1910’dan bu yana, dünyada roman çok da romancı yok...” Ardından kendi Top 10’unu, yani “büyük romancı”larını sıralıyor. Aşağıda okuyacaksınız, 1547’de doğan Cervantes’le başlıyor listesi ve 1910’da ölen Tolstoy’la son buluyor. Ne Zola’ya yer var bu listede, ne de Dickens, Gide, Proust, Steinbeck, Faulkner, hatta “büyük Gorki”ye... Üstadın gözünde hiçbiri bu on kişilik listeye girecek kalibrede değil.
On birinci romancı kim?
“413 yılda on kişi ve bu on kişiden kalan 35-40 roman...” diyor ve türlü hesaplara dalıyor. En basitinden 1901’den beri Nobel’in, 1903’ten beri Goncourt roman armağanının dağıtıldığını, dahası sadece Fransa’da her gün on ‘ciddi’ yeni roman yayımlandığını söylüyor. Sorular, sorular… Dünyada bu sayı 100’ü bulsa... 50 yılda bir milyon yeni roman eder mi? Etti diyelim, bu romanlar roman sanatını hiç mi zenginleştirmediler, insan dramını hiç mi aydınlatmadılar? “Roman sanatına çok şey kazandırmış olabilirler ama hepsi o kadar. Dünya elli yıldır on birinci romancıyı bekliyor,” diyor Kemal Tahir ve soruyor: “Acaba mutlu on birinci, bugün dünyamızın herhangi bir köşesinde, mesela bir ilkokulun ikinci sınıfında, ‘Bu çocuk hiç adam olmayacak’ diyen öğretmeninden azar mı işitmektedir, yoksa üçüncü romanını çoktan bastırmıştır da kimse farkında mı değildir?”
Kemal Tahir 1910 sonrasında yazmış modernist edebiyatçıları da, daha sonra gelen öncü postmodernleri de listesine almamış. Yani ne Joyce var, ne de Woolf. Bir Türk romancı ise hiç yok.
Kimler var peki? Bana sorarsanız, büyük evrenler kurup o evrenlerin hem biricik ve özgün olmasını hem de yazılmalarının üzerinden yüzlerce yıl geçse de halihazırda bizim dünyamızın sarsıcı birer yansıması olmasını sağlayanlar, kendi deyişiyle “hikaye” anlatmakla yetinmeyenler var. Yine Kemal Tahir’den aktarayım: “Hikaye ile roman denen türlerin birbiriyle doğrudan ilişiği yoktur. Var gibi görünmesinin sebebi, bazı yazarların, hikaye konularından, romanı andırır kitaplar meydana getirmeleridir. Nurullah Ataç, ‘Romancı, romanına yazmadıklarını da öğretir,’ demişti. İsterse bir kişinin tek başına geçirdiği 24 saati anlatsın, fark etmez. Okuduğumuz şey sahiden roman olabilmişse eğer, biz o kişinin dedesiyle torununun nasıl insanlar olabileceğini çıkarabiliriz. Çünkü roman kişileri, geçmişten geleceğe doğru yaşarlar. Romanda babasız doğmuş ve evlenmeden ölmüş olsalar bile bu böyledir.”
“Don Quijote”un yazılış hikayesini zihninde canlandırdığı kısımsa röportajın bence en şahane yeri: “1598 yılı ile 1604 yılı arasında, asıl tarihini hiç öğrenemeyeceğimiz günlerin ya da gecelerin birinde, Miguel de Cervantes Saavedra adında bir İspanyol mübarek, eline kalemi alıyor, almasıyla da İspanya’nın fakir köylerinden birinde bir adam, taş basması kalın şövalye kitaplarını bir kenara itip davranıyor. Kafasında berber tasından tolgası ve sırtında mukavvalarla beslenmiş savaş zırhıyla, dışarıya, kıyamete kadar yaşamaya uğruyor. Sıska atının üstünde dimdik. Gözlerinde kederli gururu, yüreğinde sınırsız sevgisiyle insanı yücelten o insan dramına doğru atılıyor. O gün bugündür hep atılıyor, hep atılacak.”
10 büyük romancı
Cervantes, Don Quijote, Defoe, Robinson Crusoe, Prevost, Manon Lescaut, Laclos, Tehlikeli İlişkiler, Stendhal, Kırmızı ve Siyah, Balzac, Eugénie Grandet, Gogol, Palto Dostoyevski, Ecinniler, Flaubert, Madame Bovary, Tolstoy, Anna Karenina.
Benim on birincilerim
Kemal Tahir’in mülakatını okurken, “Benim on birinci romancım kim olurdu?” sorusunu elbette kendime sordum. Gerçi benim Top 10’um da zaten Kemal Tahir’in listesiyle tam olarak uyuşmuyordu. Cervantes, Laclos, Gogol, Dostoyevski, Flaubert, Tolstoy, tamamdı ama söz gelişi Abbe Prevost’u ve farkındayım, olacak iş değil ama Stendhal’i hiç okumamıştım, Balzac da minör denebilecek birkaç romanı hariç, benim yazarlarımdan olmamıştı. Diğer yandan daha ilk satırlarını okurken vurulduğum Moby Dick’in yazarı Herman Melville’in ve Büyülü Dağ’ın yazarı Thomas Mann’ın Top 10’umda olmaması kabul edilemezdi. Tom Jones’un yazarı Henry Fielding’i, Tristram Shandy’nin yazarı Laurence Sterne’ü ne kadar sevdiğim malumdu. Hemingway ve Faulkner’sa âşık olduğum yazarlardandı ve benim listemde biri Silahlara Veda’sıyla, diğeriyse Ses ve Öfke’siyle mutlaka olmalıydı. Başka? Charlotte ve Emily Brontë’ler, Lewis Carroll, Charles Dickens, Henry James, James Joyce, Marcel Proust, Vladimir Nabokov, J.D. Salinger, kesinlikle Joseph Conrad, Albert Camus, offff, uzayıp gidiyordu benim listem. Üstelik daha ucuz zevklerimden, yani Amerikalıların deyişiyle “guilty pleasure”larımdan bahsetmedim bile.
O yüzden listemi uzatmayıp çok sevdiğim yazarların birincisini anlatacağım. Kendisi Kemal Tahir’in listesindeki “son” büyük yazar aynı zamanda. Lev Tolstoy’dan söz ediyorum. Tolstoy’un rakipsiz bir hayal gücü vardı, üstelik onun hayal gücü cinlere, perilere, ejderhalara ihtiyaç duymuyor, hayatın en gündelik hallerini kâğıda dökerken bile parlıyordu. Yarattığı evren hayret verici bir şekilde geniş, karakterleri şaşırtıcı düzeyde biricikti. En sevilmeyecek, daha mühimi bizzat kendisinin en sevmeyeceği karakterlerini bile anlama, anlatma hatta Anna Karenina örneğinde olduğu gibi sevdirme ve sevme kabiliyeti büyüktü. Savaş ve Barış’ın Nataşa Rostova’sı, Prens Andrey’i ya da Piyer Bezuhov’u gibi birçok karakteri, sayfalar ilerledikçe olumlu ya da olumsuz ama mutlaka ikna edici bir şekilde değişiyor, gelişiyor, yaşlanıyordu. Mekanları, atmosferleri olağanüstü bir canlılıkla tasvir ediyor, bütün bu her şeye hâkim olma çabası esnasında da okuru ihmal etmeyerek onun da kendi fikirlerini geliştirmesine, kendi sonuçlarına varmasına izin veriyordu. Yüzlerce sayfalık devasa romanlarının tek bir sayfası bile sıkıcı değildi.
Bütün bunları Tolstoy’un yazarlıktaki teknik becerisine bağlayabilirsiniz, kısmen de haklı olursunuz. Gelin görün ki, “İnsan Neyle Yaşar” tarzındaki mesellerinde şahit olduğumuz bir şey var ki Tolstoy’u Tolstoy yapan şey, bence esasında bu: Kendisi yukarıda saydığım özelliklerine ek olarak, başka türlü hissetme ve bunu dile getirme cesaretine sahip bir edebiyatçıydı. Açıkçası işin bu kısmını unutmak, manzarayı eksik anlatmak anlamına gelir.
Joyce’u unutmamak lazım
Öteki uçta yer alan Joyce’u ise anlatmak için bana sayfalar yetmez. O yüzden onda ve Tolstoy dahil sevdiğim bütün büyük yazarlarda var olduğunu yenilerde fark ettiğim bir özelliğe yer vermekle yetineceğim. Kelimeleri alışılmadık şekillerde kullanan, dilde haylaz bir çocuğun misketlerle oynayışındaki kendiliğindenlikle icatlar yapan, mizah duygusunu her daim diri tutan Joyce’un yazdıklarını ben aynı zamanda ülkesi İrlanda’ya ve elbette İrlandalılara bir armağan olarak görüyorum. Joyce’un romanlarını ve öykülerini okurken Dublin, gecesi ve gündüzüyle, geniş caddeleri ve kuytu mekanlarıyla, tarihi ve geleneğiyle canlanıyor, kağıt üzerinde de yaşayan bir yere dönüşüyor benim için. Dublinlileri neredeyse tek tek görüyorum. Gençken söyleseler itiraz ederdim ama büyük edebiyatın aidiyet duygusundan yoksun, ayağı başka kafası başka yerlerde dolanan bir örneğini kendi adıma ben bilmiyorum.
Yeniden Kemal Tahir’e bakmak
Buradan gelir miyiz Batı romanı ile aramızdaki birkaç yıllık mesafeyi eserleriyle kısaltan yazarlarımıza, mesela Kemal Tahir’e? Ben gelirim. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”yle Ahmet Hamdi Tanpınar’a, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”yla Peyami Safa’ya, “Tehlikeli Oyunlar”la Oğuz Atay’a, “Kara Kitap”la Orhan Pamuk’a…
Kemal Tahir’le bitireyim, çünkü inanılır gibi değil ama neler neler sığdırmış meğer üç sayfalık röportajına... Şöyle diyor bir yerinde: “Büyük bir sanat eseri karşısında sadece insanoğlunun erişebileceği mutlulukların en yücesine erişiriz, o kadar. Bunu yapanın da bir insanoğlu olduğunu neden sonra düşünür, biz de insan olduğumuz için gururlanırız. Sözünü ettiğim o on romandan hangisini yeniden okusak, duyduğumuz şey işte bu insan olmanın, o kitabı yazanın cinsinden olmanın gururudur.”
Özetle on birinci romancı geldi mi, geldiyse kimdi, onu merak ediyorsak on ikinci ve on üçüncüyü de merak etmez miyiz? Konuyu sizden gelecek cevaplarla birlikte ayrıca tartışmak güzel olabilir gibi geliyor bana, ne dersiniz?
Kemal Tahir’den yazarlık dersi
“Ben romancı olarak yaşıyor, insanlara, olaylara romancı gözüyle bakıyorum. Aklımda, notlarımda birçok roman konusu bir arada, karmakarışık halde bulunuyor. Yavaş yavaş olgunlaşıyor bunlar. İçlerinden biri, çoğu zaman dış etkiler altında, ağır ağır ötekilerin önüne geçiyor. Bu ilk hazırlığa ‘romanın maddi temeli’ diyorum. Bunun, romanın esas alanına ayak atabilmesi için kendi kanunlarıyla canlanması lazım. Bu canlanışı, Mikelanj’ın ‘İnsanın Yaradılışı’ tablosuna benzetiyorum. Romanın kişisi de bir duygu esintisiyle aniden canlanıyor, gidip gelmeye, öfkelenip sevinmeye, insanı yücelten ya da aşağılaştıran şeyler düşünmeye başlıyor.
İşte bu an, romanın duygu üst yapısının maddi temelin üzerinde yaşamaya başlaması demektir. Bu yaşayış, o güne kadar dünyada örneği hiç bulunmayan yepyeni, yüzde yüz orijinal bir yaşayıştır. Kendisiyle beraber kendi kanunlarını da getirmiştir. Romancının bundan sonraki işi, bu yeni yaşayışı, romancılık zanaatıyla düzenleyip yürütmektir. O zamana kadar dünyada benzeri bulunmayan bir kişiyi kendi özel kanunları içinde yaşatmaya başlarken, bence en usta romancı bile, aslında çıraktır. Ustalığı bu çıraklık süresini kısaltmaya yarar. Bu sebeple başlangıç her zaman zordur; usandırıcı ve yıprandırıcıdır. Romancı, burada, bilgisini, romancılık gücünü, kısacası nesi var, nesi yoksa her şeyini ortaya atar. İlk müsveddeler bu hava içinde yürür. Yazma gidişinin romana kattığı ayrı bir canlılık, ‘teferruat’ vardır. Romana önceden düşünülüp bulunması imkansız zenginlikler verir bu.
Gene de müsvedde hamdır. Roman, asıl bu müsveddenin üzerinde olgunlaşır, uzun çalışmalardan, çok karışık, çok yorucu bozup çıkarmalardan, eklemelerden sonra... Hiçbir roman, romancısının istediği olgunluğa erişmiş sayılmaz, yayımlandıktan sonra bile... Kendimden söz ettiğime göre, ben sonunda iyice yorulur, usanırım. Romanı bir çeşit düşmanlıkla bitirir, onu didiklemeleri için eleştirmecilerin önüne atar, kurtulurum. Binlerce sayfayı bulmuş olan notları, atılmış parçaları, içinden çıkılamayacak kadar karmakarışık müsveddeleri dosyalayıp kaldırdıktan sonra da tadına doyulmaz bir yorgunlukla gene dünyaya, insanlara, olaylara özellikle okunma sırasını bekleyen kitaplara dönerim.”
Yeni yorum gönder