Düşünüyorum, ama var olmak yetmiyor. Bakıyorum, görüp görmediğimi bilmiyorum. Sanıyorum, anlayıp anlamadığımdan emin değilim. Derin bir şüphe, her türlü görsel deneyimle birleşip yeni bir insan olma yolunda rotamızı belirliyor.
Çevremizde yapay bir habitat oluşturan nesneler, her Gestaltçı okuma sonrasında, görünmez bir bağın varlığını bize bir kez daha hatırlatıyor. Her nesneyi bir arada tutan, ortak bir plazmanın içinde evrilip duruyor düşüncelerimiz. Bizim, evrenin bir parçası olmadan önce, evrenin var olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yani, başka bir deyişle, evrenin var olması için bizlerin varlığı şart: Hikayemiz varsa biz de varız.
İnsanın hayatı anlamlandırabilmesi için sözcüklere gereksinimi vardır. Kavramların sözlük olarak karşılığı, ortak konular üzerine düşünüp akıl yürüten zihinler için güvenli bir alan yaratır. İsimler şeylerle birleştiğinde, görüntüler de sözcüklerin esaretinden kurtulur. Aynı resme bakan iki insan, ortak bir anlaşmanın gizli maddelerini sessizce imzalamış gibidirler.
Bir nesneyi, o nesnenin fotoğrafından ayıran nedir; bilincimize bir konak gibi tebelleş olan Magritte’in nefesi midir? Nesne elimizdeyken onun ne kadar hatırası olabilir? Bir nesnenin adını ve işlevini bilmeden o nesneyi bir görüntü olarak zihnimizde ne kadar ve -nasıl- saklayabiliriz ki? Soruları yanıtlamak da, aslında bizi düzlüğe çıkarmayacaktır.
Hatıralar, içlerinde barındırdıkları trajik unsurlar nedeniyle kalıcıdırlar. Hafızanın atlama taşı olan hatıralar, nesneler üzerinden geçmişi geleceğe aktarma görevini yerine getirirler. İşlevi üzerinde anlaşılmış her nesnenin, kişiye ait özel hikayesi, nesne ile gerçekleşecek göz teması aracılığıyla yeniden hayat bulacak ve bunlar, akıllı metaller gibi ilk hallerini hatırlayacaklardır.
Fotoğraflar, kesinlikle yaşanmış anların kanıtı olan o biricik zaman kesitleri; onlarla her karşı karşıya gelişte, giderek deneyim kazanan insanı, unutuşun uçurumlarından çeviren birer bariyer olarak tekrar yola sokacaktır. İşte bundan sonra, elimiz direksiyonda, istemsiz olarak çıktığımız zaman yolculuğunda daha dikkatli yol almamızı sağlayacaktır. Kanıt, buluş, teknik, sanat, ifade ama her şeyden önemlisi, fotoğraf hatıradır. Unuttuklarımızın toplamıdır. Bir “jam session” sırasında, diğer enstrümanlarla başa çıkmaya çalışırken, ana melodiyi tekrar hatırlamaktır.
Bu bir kabuk değildir
Sıcak bir yaz günü, anılar eşliğinde kaçınılmaz ikindi uykusunun uçurumundan kendinizi aşağı bıraktığınızda, dışarıda çalıları dile getiren rüzgarın sesini pekala yağmur sanabilirsiniz. Ve uyandığınızda kesinlikle ayrıntılarını hatırlamayacağınız rüyanız sürerken, boynunuzdan göğsünüze doğru süzülen bir ter damlacığı, sizi ayılana kadar haklı hissettirecektir. Oysa perdenin arkasında turuncu bir topa dönmüş akşam güneşi size bakmaktadır.
Bu kez konumuz, huş ağacından koparılmış üç kabuk parçasının bizi zaman makinesinde geriye doğru çıkardığı yolculuk üzerine. Tanık olduğu anlar nedeniyle ağlayan bir çayır, bir huş ağacına sarılırsa, onun kabuklarından hayata dair sonuçlar çıkarmak da kaçınılmaz olacaktır. Hele bu psikanalitik süreç, insanlık tarihindeki trajedilerin en korkunçlarından biriyle yeniden birleşiyorsa, üzerine bir kez daha düşünmemiz gerekecektir.
Büyük insanlık trajedisinin yaşandığı Auschwitz hatıraları, yazarımız Georges Didi-Huberman’ın fotoğrafları ve sözcükleriyle bir mumya gibi mezarından çıkartılıp sözcükler aracılığıyla yeniden ele alınıyor. Yazarımız, Birkenau’nun huş ağaçları arasında, sıcak bir haziran günü, gördüklerinin çağrıştırdığı düşüncelerle uzun bir yürüyüş yapıyor. O yürüdükçe yabani fundalık, huş ağaçlarıyla örülü bir ormana dönüşüyor ve başkalarının anıları, insanlığın ortak anıları oluyor.
Auschwitz-Birkenau kompleksinin üç dilde yazılı tabelaları, aslında bu diller bilinmese de, ölüme giden insanların sessiz ağıtlarını ağaçların gövdelerinde farklı bir notasyonla yazılmış müzikleri olarak yazarımıza ulaşıyor. İlk bakışta, huş ağaçlarının direngen sessizliğine, sıralı halde yatay döşenmiş, paslı ve kararmış dikenli teller tezat oluşturuyor. Oysa, bu alanı özgürce, ancak kuşlar geçebiliyor.
Yıkıntıların arasında, daracık zindanlarda aç ve havasız kalarak, çaresiz bir biçimde ölüme giden insanların bu dünyaya doymamış ruhları hâlâ hissediliyor. Didi-Huberman, bu geç kalınmış ziyaretinde, bir yandan bu kamplarda yok olmuş kendi soyadını taşıyan sekiz yüz kişiyi düşünürken, diğer yandan da -varlığını problem çıkmadıkça hissettirmeyen istemsiz kasların hareketi gibi- otomatik olarak kampın türlü açılardan fotoğraflarını çekiyor. Hayatını burada kaybetmiş, ufuk olarak sadece birbirlerini ve alt alta yirmi sıra dizili dikenli teli görmüş tutsaklara yıllar sonra çektiği bu fotoğrafları armağan ediyor.
Fotoğraf ya da ölü zamanlar
Yeryüzündeki cehennem olarak nitelendirebileceğimiz bu barbarlık kampı, yüz binler öldürülürken, sadece yüzlerce kişinin oradan kurtulmasına tanıklık etmiş. 20-22 Ocak 1945 tarihleri arasında Almanya savaşı kaybedip, Kızıl Ordu Alman topraklarına girmeden önce, SS’ler bugün fotoğraflarımızda yer alan Auschwitz manzarasını oluşturan moloz yığını olarak görülen krematoryumları, gaz odalarını imha ettiler, binlerce insanı üst üste koyup yaktıkları kuyuları kapattılar. Ama o günlerden kalan fotoğraflar, çaresizlik içinde fotoğraf makinesine kaçamak ve umutsuzca göz atmış suçsuz insanların trajedisini tüm çarpıcılığıyla gösteriyor. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen bakanların canını yakıyor.
Sözcükler ve fotoğraflar, doğru eşlendiklerinde evrenin anahtarını insanlığa sunarlar. Walter Benjamin’den Susan Sontag’a, Roland Barthes’tan John Berger’a fotoğraf üzerine düşünen ve yazan, fotoğrafların kendine has cevherini görüp kullanan bu değerli yazarlar, günümüzün fotoğraf kuramlarının oluşmasında önemli bir rol üstlenmişlerdir. Bundan sonradır ki, fotoğrafı okumanın, fotoğrafı çekmek kadar önemli olduğu anlaşılmıştır.
Georges Didi-Huberman, Kabuklar kitabında fotoğraflar üzerinden, tanık olduğu anların yakın tarihle ilgili olağanüstü okumalarını yapıyor. O derin trajediyi bir “leitmotif” gibi kullanarak, yalın bir dil ve incelikli gözlemlerinin doğrultusunda sözcükler aracılığıyla bir kez daha masaya yatırıyor. Kabuk ile ten arasındaki ilişkiyi dil düzleminde ele alarak, anlambilim ve kökenbilimin ışığında basılı kitaplara kadar getiren yazarımız, farklı bir odanın kapısı önüne bırakıyor okuyucularını.
Didi-Huberman, bizlere, çevremizi bir arkeolog gözüyle görmemizi öneriyor ve ancak bu şekilde sorgulayarak baktığımızda, şeylerin saklı mekanlarından ve mazilerinden çıkarak bize bakacaklarını söylüyor. Eski fotoğraflarla yeni fotoğrafları aynı coğrafyada “şu an” üzerinden kesiştirmek, psişik bir eylem gibi görünse de, yaşanmış anların -başkaları tarafından olsa da- izlerini ve insanlık üzerindeki etkilerini tahmin edebilmek gibi bir erdemi de yanında getiriyor. Böylece, ten ile tin arasında bir sırat köprüsü gibi, üç parça kabuğun bizleri zamanda nasıl bir yolculuğa çıkardığını da hayretle izliyoruz.
Kötüler neyi, ne kadar saklamak isteseler de, çukurları kapatıp duvarları yıksalar da, tabandaki beton ve üzerindeki tüm çatlaklar kanıt olacak, bize olup biteni fısıldayacaklar. Az sayfalı, fotoğraflı, çabuk okunan ama etkileri uzun süre giden, olağanüstü bir duyarlılıkla yazılmış, çağdaş fotoğraf okumasının iyi bir örneği Kabuklar kitabı. Böyle sıradışı bir yayımlama cesareti gösteren ve okuyucusunu yeni bir imge alanı ile buluşturan Lemis Yayın’ı kutluyor, yeni kitaplarını da sabırsızlıkla beklediğimi kendilerine buradan iletmek istiyorum.
Tüm görseller kitaptan alınmıştır.
Yeni yorum gönder