Fotoğraf bulunduğunda, aslında bulunan neydi… Zamanı durdurmak, yaşamı dondurmak mıydı amaç? Olan bitenden haberdar etmek mi, o anlara şahit olmayanları… Unutmayı ertelemek, bir zamanlar buraların böyle olduğunu göstermek mi? Yaşamın özü, değişimi belgelemek mi? Aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağını mı ispatlamak…
Gerçekten kat kat giysiler mi vardı üzerinde de, her fotoğrafı çekildiğinde giderek çıplaklaşan insanların. Ruhları fotoğrafın kalesinde esir mi düşüyordu, objektifin karşısında durduklarında. Varlık yokluk ile yer değiştirdiğinde, fotoğrafın arafında cehennem azabı mı çekilecekti; ya bir nesne olarak birilerinin eline düştüğünde, bir ters totem olarak suretine cehenem mi kazınacaktı?
Ve zaman geçti. Nesneler yok oldu, fotoğrafları kaldı. Hayaller anı oldu, fotoğraflar albümlerde ve çerçevelerde yerini buldu. Yaşanılmışlığın şahidi oldu fotoğraflar. Biz unuttuk fotoğraflar unutmadı; biz unutulduk, fotoğraflar bizi başkalarına hatırlattı. Fiziksel ömürleri kadar geçmişi ötelere taşıdı. Zamanla anlaşıp paralel bir evren yarattı fotoğraflar.
Portre oldu, manzara oldu, ölüdoğa oldular. Resme ne olduysa, fotoğraf da aynı kaderi paylaştı. İki yetenekli kardeş gibi birbirlerinden ilham alarak yaşadılar. Fotoğraf yaşlandıkça şiire daha çok benzedi. Azı öz söyledi. O kutsal formülle, saniyenin 1/125’inde anlattı derdini. Zamana dayansın diye şokladı anları. Kapattık albümü, açtığımızda kaldığı yerden devam etti anlatmaya. Gelişen teknoloji en çok fotoğrafa yaradı. Geçen zamanın bizi umutsuzluğa çivileyen kanserine Lokman’ın iksiri oldu fotoğraf.
Münir Göle’nin iki sessiz kitabı aynı anda geçti elime. Siyahtı ve beyazdı. Griler vardı bir de. Fotoğraf ana rahmine dönmüş, özüyle bir kez daha kucaklaşmıştı. Kıştı ve soğuktu. Siyah beyazın terkisinde rüzgar oturuyordu. Zaman durmuştu. İlkbaharın yeşil bağrına yapılan 19. yüzyıl gezintileri çok uzaklarda kalmıştı. Rüzgarın sesi griden bir fon çekmişti manzaranın üzerine. Her şey olması gerektiği gibiydi. Fotoğraflarda ömrümüz bir başka çıkıyordu.
Ada artık ıssız olmaktan çıkıyor
Münir Göle, yazı ve fotoğraftan gelen iki farklı pratiği kitaplarında başarıyla birleştiriyor. Bu proje ile siyah beyazın kaderi peliküle çakılı dünyasını, ani bir hamle ile değiştirip, dijital dünyaya seri bir giriş yapıyor. Sadece malzeme değişiyor, bellek akan zamana aynı biçimde karşı koyuyor. Artık seyahati bitirip eve dönmeyi beklemeden, deklanşöre basarak evrende nelerin tetiklendiğini görebiliyor insanoğlu. Bundan böyle yan yana konmuş filmlerin kontakt baskılarından değil, ekranda arka arkaya gelen görüntülerden seçecektik fotoğraflarımızı.
Münir Göle’nin Fogo kitabını açar açmaz adeta başka bir gezegene ışınlanıyoruz ve Todd Saunders’in yapılarıyla karşılaştığımızda ise ada artık ıssız olmaktan çıkıyor. Fonda rüzgar ve kar var. Fogo’nun hayaletlerine yoldaş olsun diye yapılmış binaların gizli dilini çözmeye çalışıyoruz. Yeni bir uygarlık bulmuş antropolog edasıyla patikalarından keşfe çıkıyoruz adayı.
Kitap, Münir Göle, Faruk Duman, Oğuz Demiralp ve Mehmet Ulusel’in yazılarıyla başlıyor ve soyut ile somut arasındaki o “sırat” bize yeniden tanımlanıyor. Fotoğraflardan kıyıya iniyor, yazılardan adanın kalbine dönüyoruz. Tam yarı yolda görüntü ile sözün iki eski dost gibi birbirleriyle kucaklaşmasına tanık oluyoruz.
Kişisel tarihimize baktığımızda, bir yanda okuyanların yakasını tutup bırakmayan, çökmekte olan trajik bir ütopyayı bizlere işaret eden D. H. Lawrence’ın Adaları Seven Adam kitabından üç ada, diğer yanda ise karşı kıyıdan bakılarak geleceğe ait hayallerinin kurulduğu Prens Adaları vardı. Oysa Fogo, objektifin karşısında ıssız/insansız bir ada olarak sahneye çıkış sırasını beklemekteydi.
Bir adanın sınırları, oraya ayak basmamışlar için bir fotoğrafın anlattığından daha büyük olamaz. Kanada, Newfoundland, Fogo ve Todd Saunders, bu kitapta iç içe matruşkalar gibi selamlıyor bizleri. Fogo, tüm sadeliği ve minimalizmiyle siyah beyaz dünyasından biz potansiyel konuklarına el sallarken, adanın gerçek efendisinin fotoğraflara girmekte cömert davranan rüzgar olduğunu biliyoruz artık.
Münir Göle, son kitabı Tromsø’da bu kez kuzey ışıklarının ardına düşüyor. Kutsal ışığın sınırlı saatlerini pozlayarak fotoğraflarını oluşturuyor. Bu kez başka bir coğrafyada, haritalarda Norveç olarak işaretlenmiş alanda Aurora Borealis’in büyülü dünyasını fotoğraflara dönüştürüyor. Münir Göle, Faruk Duman ve Oğuz Demiralp tarafından yazılmış metinler ise kitaba yepyeni bir rota çiziyor.
Göle, bir yandan soğuk ile savaşırken, diğer yandan da renkleri fotoğrafın filtresinden geçirip, sevdiği siyah beyaz imgelere dönüştürüyor. Okuyucularını farklı coğrafyalardan haberli kılıyor. Bize de gördüklerimizi, tıpkı sessiz dönemin sinema filmleri gibi nefesimizi tutarak ve aklımızdan senaryoya dış sesler yazarak izlemek düşüyor.
Sanatçı ile evren arasındaki mahrem ilişki ancak sanat üzerinden ifşa edilebilir. Münir Göle, gördüğünü ve hissettiğini aracısız, birinci elden okuyucularına izlettiriyor. Tepeler, ağaçlar, bulutlar, gündüz ve gece, yollar, yıldızlar; tüm evreni bir pelerin gibi sararak çağdaş bir mitoloji yaratan Kuzey Işıkları, tümü bu kitapta sonsuzlukla bakışmaktalar.
Sihirli sözcüklerle açılıyor evrene bakan her kapı. İmge ile görüntünün soğuk savaşı sürüyor. Münir Göle, koleksiyon değeri taşıyan iki sıra dışı kitaba imza atmış. Artık ıssız bir adaya düşsek, yanımıza ilk, fotoğraf makinemizi alacağımızı ve sanatın hazzıyla evrene yeni anlamlar katacağımızı biliyoruz. Yaşadığımız yüzyılda minimalist manzaranın çağdaş bir dili var artık.
Yeni yorum gönder