İstanbul Film Festivali’nin bu yıl belki de en zayıf kuşağı “Edebiyattan Beyazperdeye” idi. İyi filmler elbette vardı ama genel olarak yaratıcılıktan uzak ve yönetmenlikten nasibini almamış uyarlamalar çoğunluktaydı. Kağıt üstünde Henry James, Victor Hugo, Charles Dickens gibi 'baba' isimlerle karşı karşıya kalsak da sonuç hüsran oldu açıkçası. Üstelik o bitmeyen uyarlama tartışmalarını bile geride bırakan sinemasal sorunlar yüzünden. Özellikle Büyük Umutlar, Lizbon’a Gece Treni ve Hipnozcu kamera arkasındaki 'usta' isimlere rağmen fazlasıyla sorunlu ve vasat filmlerdi. V tumane, Kuru Gürültü ve Katil ise uyarlama film dalına serpilmiş ölü toprağını silkeleyen filmler oldu. Kısa kısa üzerinden geçmek gerekirse:
Bille August sinemasına uzak duranlardan olduğum için, Lizbon’a Gece Treni gibi yakın tarihli iyi bir romanı başka bir yönetmenin uyarlamasını tercih ederdim açıkçası. Daha önce Ruhlar Evi ve Sefiller’i son derece demode anlatımlarla, kendinden hiçbir şey katmadan uyarlamayı becerebilen (!) August, özellikle Ruhlar Evi’nde metni basitleştirerek ihtiras merkezli ucuz bir hikayeye çevirmişti. Lizbon’a Gece Treni’nde o kadarını yapmıyor ama romanın belkemiği olan tarihsel metni layıkıyla fona taşıyamıyor. Festivaldeki gösterimde, romanda kendisini çeken şeyin ‘’başkarakterin yalnızlığı ve yaşama arzusu’’ olduğunu söyleyen August, belli ki temel olarak bunun üzerinde durmuş ancak bunu da hikayenin polisiye yönüne katsaymış başarılı olabilirmiş belki ama ne yazık ki onun da üstesinden gelememiş. Filmin önemli bir handikabı da İngilizce olması elbette…
Bir diğer demode anlatımın İsveçli yönetmen Lasse Hallström’den gelmesine çok şaşırmamak gerekir galiba. Burada beklenti yaratan tek şey Hollywood’da giderek vasatlaşan bir yönetmenin ülkesine dönmeyi tercih etmesiydi ama görüyoruz ki bu tercih de kendisine yaramamış. Türkçede de yayımlanan Hipnozcu’nun uyarlamasında, kitaptaki gerilim ve sürprizlerin perdeye aktarılması becerilememiş. Oyuncu seçiminin ve oyunculukların da son derece başarısız olduğu (Özellikle Lena Olin) Hipnozcu’nun tek artısı ise mekan kullanımı.
1928 yılında Paul Leni’nin yönettiği The Man Who Laughts, zamanında büyük etki yaratmakla kalmamış, kendisinden sonra birçok filme de ilham vermişti. Victor Hugo’nun Gülen Adam romanından uyarlanan filmde Conrad Veidt’in canlandırdığı karakter, Batman’in ezeli düşmanı Joker’in esin kaynaklarından biri aynı zamanda. (Keza Batman’in iki sinema uyarlamasını çeken Tim Burton’ın da favori kitapları arasında.) Hugo’nun diğer klasikleri gibi Gülen Adam da birçok kez sinemaya uyarlandı. Şimdilik sonuncusu olan Jean Pierre-Améris imzalı filmde (L’Homme Qui Rit) Gülen Adam karakteri, romandakinden çok daha fazla ön planda. Hugo’nun romanının merkezine koyduğu sınıfsal çatışmalar ve toplumsal dokuyu yönetmen fazlasıyla törpülemiş. Romana bağlı kalan bir film bekleyenler için hayal kırıklığı yaratabilir.
Kuru Gürültü iyi bir uyarlama
Bu bölümün kapalı kutusu olan Bukelemun’un Rengi, hem uyarlandığı kitap Zincograph’ı okumamış olmamız hem de uluslararası festivallerde çok sık görmediğimiz bir ülkenin filmi (Bulgar yapımı) olması nedeniyle herhangi bir beklenti yaratmamıştı. İyi bir keşif olabilirdi belki? Politik bir hikayeye sahip filmde yalan söylemek konusunda doğuştan yetenekli olan Batko’nun önce Bulgar gizli polisi tarafından keşfedilmesi, sonra ise teşkilattan atılıp gözetleyenleri gözetlemesini anlatılıyor. Dramatik yapısındaki sorunlar ve hikaye örgüsündeki dağınıklık, haz ve gözetleme üzerine kurulan filmi takip etmeyi bir hayli zorlaştırıyor. Depresif kamera açıları ve hiçbir yere oturmayan kara mizahıyla belki enteresan bir iş çıkarmayı başarıyor yönetmen Emil Christov ama sadece o kadar.
Marion Laine’nin Matthias Enard’ın Remonter L’Orénoque adlı kitabından uyarladığı Kollarımda Kal, birbirine deli gibi aşık olan Javier ve Mila’nın ilişkisini anlatıyor. Bir uyarlama olarak değerlendirmekten öte ‘bir ilişki filmi’ tanımlaması üzerinden konuşulmayı gerektiren bir film Kollarımda Kal. Büyük bir aşkın bozularak acı dolu bir hikayeye dönüşmesini anlatan filmde Juliette Binoche ile Edgar Ramirez’in uyumu seyredilmeye değer elbette fakat en fazla “bir Hollywood filminden hallice” demek mümkün.
Charles Dickens’ın çok sevdiğimiz romanı Büyük Umutlar’ının yeni uyarlaması hakkında az cümle kurmak en doğrusu; keza daha önce David Lean’in 1946’da ve Alfonso Cuaron’un 1998’de hakkıyla çektiği uyarlamaların sonuncusu “gösterişli yapım ve oyuncu kadrosu” klişesine rağmen gereksiz ve başarısız bir proje. Mike Newell’ın garipleşen filmografisinin son halkası!
Bu bölümün en etkileyici filmi hiç kuşkusuz V tumane oldu. Ukraynalı belgeselci Sergei Loznitsa’nın Sovyet edebiyatının ünlü isimlerinden Vasil Bykov’un kitabından uyarladığı film, hikayesini geçmiş ve hesaplaşma üzerine kuruyor. Türkçeye çevrilmeyen kitap hakkında çok fazla şey bilmediğimiz için nasıl bir uyarlama olduğu üzerine bir şey söylemek zor. Ancak, Loznitsa’nın elindeki güçlü metni çok iyi kullandığı ortada. Yönetmen, metnin gücüne ağırlık vererek kurmaca film anlatısıyla oynuyor ve 1942’de savaş zamanı geçen hikayesini kolay unutulmayacak bir gerçekliğe dönüştürüyor.
Shakespeare’in Kuru Gürültü adlı klasik komedisine popüler sinemanın iyi ki var dediğimiz isimlerinden Joss Whedon’ın getirdiği yorumu merakla bekliyordum elbette. Kendi evinde 15 gün içinde filmi çeken Whedon, Shakespeare’in metnine sadık kalmayı başardığı gibi günümüz dünyasına keyifli bir şekilde taşımayı da biliyor. Siyah beyaz görüntüler eşliğinde bol konuşmalı (başka ne olacaktı ki!) Much Ado About Nothing (Kuru Gürültü), zekice hamlelerle iyi bir uyarlama.
Gerçek bir hikayenin kurgulanması üzerine kurulan The Iceman, kiralık katil Richard Kuklinski’nin herkesten gizlediği hayatını anlatıyor. Metne çok iyi çalıştığı belli olan Ariel Vromen’ın filminin; hikaye kurgusundan oyuncu kadrosuna kadar her parçası çok iyi işliyor. Sadece bölümün değil festivalin de altı çizilmesi gereken filmlerinden biri.
Yeni yorum gönder