Her yıl Anneler Günü öncesi bizim kelebek, o yıl annesine armağan edeceği şiiri seçme telaşına düşer. Üstelik her yıla özel bir şair belirleme kıstası da vardır ki, şiiri belirlemesinde iyice kılı kırk yarmasına neden olur. Ama bu yıl şansı yaver gitti. Malum bu yılın Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün sahibi küçük İskender oldu. Bizimkinin de en sevdiği şairlerden biri olduğu için, annesine armağan edeceği şiir de belirlenmiş oldu. “Lütfen Anne” adlı şiirinde küçük İskender’in mısraları şöyledir: “Kızının adını ‘sarmaşık’ koy anne. Hayata ve hayale sarılarak büyüsün. Oğlunun adını ‘veda’ koy anne. Hayatı ve hayali terk ederek yürüsün. / Kendi adını ‘cefa’ koy anne. Hayatı ve hayali önüne katıp da sürüsün. Benim adımı koymayı bir zahmet unut anne. Hayattan ve hayalden utanıp da çürüsün.”
Sonra, armağan edeceği şiiri de belirlemiş olmanın rahatlığıyla, kelebeğin aklına “kendince” parlak bir fikir geldi. Edebiyatta anne kavramını incelemek…
“Kızının adını ‘sarmaşık’ koy anne” ya da edebiyatta anneler ve kızları…
Edebiyatta anneler ve kızları, gerçek hayatta da olduğu gibi, biraz sancılı bir konu. Genelde aşk ve nefret ilişkisi üzerinden yürüyor. Bakınız Sylvia Plath’ın, neredeyse depresyonunun ana mimarlarından biri olan annesiyle ilişkisini yansıttığı Sırça Fanus’u… Bakınız Maya Angelou’nun, çocukken nefret ettiği ancak yıllar içinde en sevdiği varlığa ve dostuna dönüşen annesiyle olan bağını okuduğumuz Annem ve Ben ve Annem adlı çalışması… Öte yandan anneler ve kızları denince hayatlarının en büyük amacı kızlarını “hayırlı bir kısmetle evlendirmek” olan anneleri de atlamamalıyız. Bunun akla ilk gelen örneğiyse kuşkusuz Jane Austen’ın Aşk ve Gurur’unun ana kahramanı Elizabeth’in kızlarını evlendirmeyi takıntıya dönüştürmüş annesi Mrs. Bennett oluyor. Bizden bir örnek vermek gerekirse de, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’taki entelektüel kadın kahramanı Aysel’in, okuma aşkıyla yanıp tutuşan kızını ev kadını yapmaya aklını takmış olan annesini sayabiliriz. Füruzan’ın “Edirne’nin Köprüleri” adlı öyküsünü de hatırlayabiliriz!
“Oğlunun adını ‘veda’ koy anne” ya da edebiyatta anneler ve oğulları…
Ulu Freud ne der? “Her çocuğun ilk aşkı karşı cinsteki ebeveynidir.” Edebiyat da bu kurama Oedipus’la katılır; Yunan mitolojisinde, babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus’la… Ve edebiyat tarihini, rahatlıkla, Oedipus kompleksi üzerinden okuyabiliriz. Annelerini taparcasına seven oğullar, annesi yüzünden babasına düşman olan oğullar ya da bu saplantılı sevgi ilişkisi yüzünden anneye karşı özel bir nefret duyan oğullar… Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin anlatıcı kahramanı çocukken annesine öylesine düşkündür ki uyumadan önce ondan ayrılmayı adeta bir sevgiliden ayrılma acısı gibi yaşar. Philip Roth’un hemen tüm eserlerinde ise oğluna aşırı düşkün anne ile onun takıntılı sevgisinden hem kaçan hem de bağımlılık duyan erkeklerin maceralarını izleriz mesela; bu hastalıklı takıntı, özellikle Portnoy’un Feryadı’nda zirveye varır. Büyüme çağındaki bir Yahudi gencinin kendi cinsel sancıları ile annesinin demir pençesi arasında sıkışmasını müthiş bir mizah eşliğinde dile getiren Roth, belki de edebiyatta anneler ve oğulları üzerine söylenebilecekleri tek bir romanda gerçek bir “feryat” olarak dışa vurmuş olur.
Ve geldik edebiyat tarihinin belki de en saplantılı anne-oğul hikayelerinden birine; D.H. Lawrence’ın otobiyografik özellikler de taşıyan Oğullar ve Sevgililer’i… Dört çocuk annesi, okumuş Bayan Gertrude Morel'in madenci kocası Walter Morel, içkiye düşkün, kaba saba bir adamdır. Bu yüzden Bayan Morel, başta Paul olmak üzere, tüm umutlarını oğullarına bağlar. Annesinin dayanılmaz sahiplenme duygusu Paul'ün yaşamını baştan sona etkileyecektir. Paul, hayatına giren kadınlarla ve kişisel mutluluğuyla annesi arasında sıkışıp kalır.
“Kendi adını ‘cefa’ koy anne” ya da edebiyatın cefakar anneleri…
Edebiyatın belki de en cefakar annelerinden biri, hiç kuşkusuz Maksim Gorki’nin Ana'sıdır. Oğlunu saçını süpürge edip büyüttüğü yetmezmiş gibi sosyalizm rüzgarlarının estiği dönem Rusya’sında oğlundan ve arkadaşlarından öğrendiği sosyalist fikirlerin toplumda yayılması için onlarla birlikte çalışır. Yetmez, oğlu ve arkadaşları tehlikeli fikirleri nedeniyle tutuklanınca, Moskova’ya kadar giderek yargılandıkları mahkemeyi basar. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz büyük yazar Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ının cefakar annesi ise oğlunun savaştan dönmesini yıllarca bekler, bu süreçte deliren kocasının bakımını üstlendiği yetmezmiş gibi bir de küçük kızı evlat edinir. Yıllar geçer, oğlu döner, o yine de yaşlı haliyle tüm çevresi için yılmadan çalışıp didinmeyi sürdürür. Tolstoy’un Anna Karenina’sı ise çocuğundan ayrı kalan bir annenin çektiği cefayı en güzel anlatan romanlardandır. Anna, taparcasına sevdiği oğlundan yaşadığı yasak aşk nedeniyle uzak kalmak zorunda kalınca hayatının tüm enerjisini kaybeder ve giderek kaçınılmaz sonuna doğru sürüklenir.
“Benim adımı koymayı bir zahmet unut anne” ya da edebiyatın kötü anneleri…
Bütün anneler melek olacak diye bir kural yok elbette. Madame Bovary örneğin, öylesine bencil bir kadındır ki, bir anne olduğu aklına dahi gelmez. Aslında ilk başlarda kızına delicesine tutkun bir anne rolünü oynamaya girişir ancak çok geçmeden bu durumdan bıkar ve kendi ilişkilerine daldıkça kızını unutur. Benzer şekilde Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sinin Daisy’si de hayal kırıklığı yaratan bir annedir. Kendi zevkleri ve lüksleriyle öylesine meşguldür ki o da çoğu zaman bir kızı olduğunu unutur ve onu adeta sadece güzel bir aksesuar olarak taşır. Öte yandan Nabokov’un Lolita’sının anne karakteri de bir diğer korkunç anne portresi çizer. “Güzel ve zarif” hayat takıntılı anne, aklınca bunları Humbert Humbert’de bulduğunu sansa da, adamın gözünün kendi küçük kızından başka bir şey görmediğini anlamayacak kadar aptal ve kızının durumunu umursamayacak kadar da kötü bir annedir. Rüzgâr Gibi Geçti’nin Scarlett O’Hara’sının da diğerlerinden aşağı kalır bir yanı yoktur. Kocası Rhett Butler’ın taparcasına sevdiği küçük kızlarını, kendisinin gözü bile görmez.
* Görsel: Ahmet İltaş, Orest Vereysky
Yeni yorum gönder