Le Guin, gerçekçi edebiyatın kalın duvarları arasında değil, uzay boşluğunda kendine bir yer açtı. Bilim kurgu, kaleminin rahatça dolaşabileceği bir alandı ama 60’ların 70’lerin bilimkurgu dünyasında kadına biçilen rol, onu cinsel bir obje olarak görmekten ileriye gitmiyordu. Kaleme alınan eserler kaliteden yoksun ve ikinci sınıftı. Ursula, uzay boşluğunda yaşamın var olduğunu herkese göstermek istiyordu. Ekumen evreninde kurduğu yüze yakın gezegende farklı kültürler ve ırklar oluşturdu.
İstanbul’da yaz mevsiminin ayak sesleri duyuluyordu. Üniversitedeki bahar döneminin son dersinde felsefe hocam Cemil Güzey, okuma listesi çıkardı. Uzayıp giden listede bir kitap ismi hemen gözüme çarptı; Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar. Bu üç kelimeyi yan yana okuyunca heyecanlanmıştım. Aynı yıllarda bir arkadaşım, paltosundan bir kitap çıkarıp loş kafedeki masanın üzerine koydu; Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar. Ursula Le Guin, çok uzaktan, kitap kapağından bana gülümsüyordu. Onunla bir kitap isminin henüz okunmamış sayfalarında böylelikle tanıştım. Ursula’yı tanıyıp sevmem için üç kelime yetmişti. Onun galaksiler boyunca uzanan dünyalarını, zamanı bilinmeyen fantastik diyarlarını henüz adımlamamıştım ama ejderhanın duman soluyan nefesini yakınlarda hissediyordum.
İki binli yılların başındayken, hangi fantastik diyarların okuyucusu olduğum sorulsa Orta Dünya pasaportunu çıkartıp gösterebilirdim. Ejderhalardan bahseden bir yazarın, üstelik de kadın bir yazarın varlığı beni sevindirmişti. Kitabı nihayet okumaya başladığımda duraksadım. Ama bir dakika, kitap kapağında gülümseyen kadın, sadece ejderhalardan ve rüyalardan bahsetmiyordu. Annelik ve yazarlık konusunda da hatırı sayılır denemeleri vardı. Virginia Woolf’a, Sylvia Plath’a göndermelerde bulunuyor ve “bebekler kâğıtları yer,” diyordu. Bu mevzu, bana fantastik bir diyar kadar yabancıydı. Altınların arasında uyuklayan bir ejderhayla pekâlâ başa çıkabilirdim. Ama “kâğıtları yiyen bir bebek” figüründen korkmuştum. Odanın ortasında ağlayan bebek, uzaylılardan daha tehlikeliydi. Ursula’ysa sözlerine aynı sakinlikle devam ediyordu, “Bebekler kitapları yer. Ama tekrar yapıştırılabilecek bazı parçaları da tükürürler. Üstelik yalnızca birkaç yıl bebek olarak kalırlar. Yazarlarsa onlarca yıl yaşar. Evet berbat bir durum, ama çok da berbat değil.” Ursula Le Guin, feminizmden bahsederken daha önce alışık olmadığım bir üslup kullanıyordu. Kadın haklarıyla ilgili slogan atmıyordu ama kadınları uzay gemisine bindirip uzaya gönderiyordu ve bu konuda gayet ciddiydi. Yazmak için bir odaya gerek yoktu, çeşit çeşit masalarda nasıl yazılabileceğini tartışıyordu. Farklı üslubu, kelimelerindeki rahatlığı, kaleme duyduğu güveni beni kitaplarına çekmişti.
Ishi’nin yaşamı
Le Guin, yazmayı duvarlarda pencereler ve kapılar açmaya benzetiyordu. Ama o aralıklardan görünen manzara uçsuz bucaksızdı. Önce hangi haritaya bakıp, hangi sokakları adımlamalı. Henüz yirmili yaşlarındayken gerçekçilikten tamamen uzak olduğunun farkındaydı, yazdıkları daha çok bilim kurgu ve fantastik edebiyata yakındı. Fakat raflardan onun kitaplarını çekip almadan önce, başka bir kitaba bakmalıyız. Başka bir insana bakmalıyız, Ishi’ye. “Ishi’den uzun zaman haberim olmamıştı. Ta ki bir gün biri çıkıp babama, ‘Neden Ishi’nin yaşamını kaleme almıyorsun?’ diye sorana kadar,” diyor Le Guin, “babam da dedi ki, ‘Hayır onu ben yazamam, karım Theodora yazsın.’” Kaliforniya’daki yerli bir kabilenin soykırımdan sağ çıkan tek üyesinin yaşamını Ursula’nın annesi Theodora kaleme aldı.
Beyaz adamın ayak izleri
Yapayalnız bir adamdı. Kabilesindeki herkes öldürülmüş. Beyaz adamın ayak izleri, Kaliforniya’nın toprağında görülmeye başlayınca, yok olan kendine has dünyası ve modern dünya arasında sıkışıp kalmıştı. 1910 senesinin baharında karşısına, beyaz adamlardan biri çıkıp, “Adın ne?” diye sordu, üstelik kendi konuştuğu dilde. Krober, yerli kabilenin dilini biliyordu. Hatta bazı geceler çocuklarına Kızılderililerden öğrendiği hikâyeleri kendi diline çevirerek anlatırdı. Ishi, “Adın ne?” sorusunu ölene kadar cevaplamadı. Çünkü Ishi’nin kabilesindeki gelenek ve göreneklere göre, yabancılara kimse ismini söylemezdi. Karşısındaki ünlü antropolog Alfred Krober olsa bile. Belki de Ishi’nin ismini kesinlikle söylememesi onun sessiz ve yalnız direnişiydi. Krober, bu suskun insana Yana dilinde “Adam,” anlamına gelen Ishi ismini verdi. Onunla yakın bir dostluk kurup çalıştığı üniversitenin kampüsüne getirdi. Ishi’ye kampüste küçük bir iş bulmuştu. 1916’da Ishi, tüberkülozdan ölünce, Krober ondan bir daha bahsetmemeyi tercih etti. Ursula’ya babasından miras bir acı ve gizem kaldı. Arwen Curry’nin yönetmenliğini üstlendiği “Ursula’nın Dünyaları” belgeselinde, Ursula bu acıyı biraz daha gün yüzüne çıkarıyordu, “Annemin kitabı gözümü açtı. Bazı insanlar haksızlığı ve zulmü çabucak görüverir, bense yavaştım. Parçaları birleştirmem vaktimi aldı. İnsanın, kendi halkının yaptığı korkunçlukları kabullenmesi zaman alıyor. Bu konuyu özümsedikten sonra, onu romanlarımda işleyerek üstesinden geldim.” Ekumen evreninde, Yerdeniz âleminde, Orsinya’da, gelecekte kurduğu Amerika Batı Yakasında aradığı şey insanın özüydü. Ötekinin bahçesinde neler olup bittiğiyle ilgileniyordu. Önce parçalara bölüyordu, sonra bütüne kavuşuyordu.
Genç Le Guin, gerçekçi edebiyatın kalın duvarları arasında değil, uzay boşluğunda kendine bir yer açtı. Bilim kurgu, kaleminin rahatça dolaşabileceği bir alandı ama 60’ların 70’lerin bilimkurgu dünyasında kadına biçilen rol, onu cinsel bir obje olarak görmekten ileriye gitmiyordu. Kaleme alınan eserler kaliteden yoksun ve ikinci sınıftı. Ursula, uzay boşluğunda yaşamın var olduğunu herkese göstermek istiyordu. Ekumen evreninde kurduğu yüze yakın gezegende farklı kültürler ve ırklar oluşturdu. Orada hayat vardı ve nasıldı? Kahramanları, genellikle gezegenler arasında araştırmalar yapan bilim insanlarıydı. Farklı ırkları ve toplumları bir araya getirirken toplum-birey çatışmasını, özgürlük ve kısıtlamayı, sadakati ve ihaneti, yabancılaşmayı ve bütünleşmeyi irdeliyor; bütün bunları yaparken şiddet içermeyen alternatif yollar arıyordu.
Sanatla Vietnam savaşına karşı çıktı
Dünyaya Orman Denir, romanında küçük yeşil adamlar, şarkı söyleyerek savaşa direniyor, gezegenlerinde kan akmasın istiyordu. Ursula, tıpkı küçük yeşil kahramanları gibi sanatla Vietnam Savaşı’na karşı çıkmıştı. İşlenen vahşetin karşısında doğanın kadim köklerine sığınıyordu. Mülksüzler romanında iki zıt gezegeni karşı karşıya getirip bir yandan yeni iletişim yolları ararken bir yandan ütopyaların imkânsızlığına dem vuruyor, anarşiden besleniyordu. Karanlığın Sol Eli romanında cinsiyet kavramını irdeledi. Çıktığı her yolculuktan kucak dolusu keşifle evine geri dönüyor ve her seferinde tarih profesörü eşini ve üç çocuğunu bıraktığı yerde buluyordu. Ursula’nın fantezi edebiyatındaki yolculuğuna göz gezdirmeden önce, raflardan bir kitap daha çekmemiz gerekiyor:
Yüzüklerin Efendisi. Tolkien’in romanları yayınlandığında Le Guin, yirmi altı yaşındaydı. Kitabı ilk kez yayınlandığı tarihlerde okuma fırsatı bulmuştu. Erkek egemen edebiyatı, gerçekçilik akımını kıyasıya eleştirirken Tolkien’e bariz bir saygısı vardı. Tolkien, fantezi edebiyatını düştüğü yerden kaldırmıştı. Frodo ve Gollum arasındaki çatışma Le Guin için önemliydi. Ama içinde daha fazlasını söylemek isteyen, daha ileriye yürümek isteyen bir güç vardı. Yeni gezegenler keşfederken bir yandan da ejderhaların ve büyücülerin yaşadığı adalarda geçen öyküler yazmaya koyulmuştu. 1967 senesinde, bir yayıncı ona, gençlik romanları yazıp yazmayacağını sordu. Birdenbire patlayan küçük adalar, yeryüzünün her yerine dağıldı. Öyle ki, dünya sadece iki şeyden ibaret kalmıştı: Yer ve Deniz. Haritalar oluşturup nehirler çizdi. Ama ısrarla vurguladığı bir şey vardı; “Ben mühendis değil, kâşifim. Yerdeniz’i keşfettim. İyi yapılmış planlar her şeyi birden içerme eğilimindedir; keşifler ise adım adım yapılır. Planlama zamanı inkâr eder. Keşif zamansal bir süreçtir. Yıllar ve yıllar alabilir. İnsanlar hâlâ Antarktika’yı keşfediyorlar.” Ursula, farkında olmadan elli dört yıl sürecek bir serüvenin içine düşmüştü. Bazen kahramanları sessizliğe gömülüp Le Guin’den uzaklaşıyor, sonra birden yine karşısına çıkıyordu.
Mitler, yaratılış efsaneleri, şarkılar…
Gollum, o sürüngen ve yılışık yaratık, Frodo’dan başkası değildi. Peki ya ak sakallı Gandalf ve onun gibi diğer büyücüler nasıl bir çocukluk yaşamışlardı? Arifler de takılıp düşemez miydi? Onların da karanlık gölgeleri yok muydu? Ged’in macerası biraz da böyle başladı. Ged, henüz küçük bir çocukken Ursula’nın elinden tutup onu Yerdeniz’e götürdü. “Haritalar çizmiştim, nehirlere isim vermiştim. Ama kahramanlarımla oraya ayak basana kadar Yerdeniz hakkında hiçbir şey bilmiyordum,” der Le Guin. Mitler, yaratılış efsaneleri, şarkılar ve şiirlerle Yerdeniz’i doldurdu. Tolkien, gücünü Batı geleneğinden alırken, Ursula Doğu’ya, Taoizme yöneldi. Tolkien, bir filolog olduğu kadar bir savaşçıydı da. Ursula’ysa, büyücülüğe göz dikti. Ona göre sanatın büyücülükten farkı yoktu. İkisi de kelimelere hükmediyordu. Nitekim usta büyücü Ogion ilk kitapta şöyle dememiş miydi; “Sihir, zevk için veya övülmek için oynadığımız bir oyun değildir. Şunu düşün: Bizim Sanatımızdaki her söz, her hareket ya hayır için ya şer için yapılır. Bir şey söylemeden veya yapmadan önce, ödemen gereken bedeli bilmen gerekir.”
Çölün altındaki labirentlerde dolanan Tenar, serinin ilk kadın kahramanıydı. Çölde karanlıklar içindeydi. Yerdeniz serisine devam ederken Bilim Kurgu romanlarında da kadının rolünü ve cinsiyet meselesini irdeliyordu. Ta ki 70’lerdeki ikinci feminizm dalgası onu vurana kadar. Özellikle feminist bilim kurgu yazarlarından eleştiriler geldi, “Neden daha ileriye gitmiyorsun?” Sınırlarını yeterince zorlamıyordu. Neden romanlarında kadın kahramanlara yer vermiyordu. Demek cadılardan sadece kötülük gelirdi. Ursula bu sorularla küçük bir sarsıntı yaşadı. Kadın kahramanlarını daha fazla kurcalamaya başladı.
2013 yılında, röportaj yapmayı teklif ettiğim zaman, Ursula’nın yıllar içindeki değişiminden haberim yoktu ama ona şöyle bir soru yöneltmiştim, “Uzun bir aradan sonra maceraya devam edip Tehanu ve Öteki Rüzgar’ı yazmaya nasıl karar verdiniz?” Manidar bir cevap verdi, Yerdeniz Büyücüsü’nü yazarken bir kitaptan fazlası olacağını bilmiyordum. Ama farkında olmadan kitaba ipuçları koydum ki bunlar beni Ged’in yaşamına götürdü. Sonra da diğer iki kitap geldi. Toplamda dört tane olmasını hayal etmiştim; ikisi Ged’le birlikte merkezde, ikisi Tenar’la birlikte merkezde. Ama Tenar, ikinci kitabı yazmama izin vermedi. Büyüdü ve yetişkin bir kadın oldu, onu anlamadım, nereye gitmesi gerektiğini göremedim. O kitabı yazmayı öğrenmem on yedi yılımı aldı. Şanslıyım ki, o seneler feminizm, kadınların kendi sesiyle konuşmalarını destekliyordu. Böylece Yerdeniz’e geri dönüp onu yukarıdan, erkeklerin durduğu yerden değil; aşağıdan, güçsüzlerin, kadın ve çocukların gözlerinden görebilirdim. Aynı dünya ama ne kadar farklı!”
Kelimelerinden asla vazgeçmedi
Gölgesiyle hesaplaşmaya çalışan genç bir büyücüde, gezegenler arasında yolculuk eden bilim insanında, yeşil derili varlıklarda, evlenip çoluk çocuğa karışan bir çiftçinin karısında, şehrin görmezden geldiği yaralı çocukta, ormanın derinliklerinde yaşayan bir baykuşun kanatlarında aradığı şey hakikatin kendisiydi. Onu bulması kolay olmuyordu. Aradıkça ve yol aldıkça değişip başkalaşıyordu. Hayali diyarlarda gezinirken belki de en keskin eleştiri oklarını kendisine yöneltiyor, bir kayanın ardında, karanlık bir boşlukta yeniden kendisiyle tanışıyordu. İnsana bakışında, ötekini ele alışında, kadının toplumdaki yerini değerlendirirken fikirlerindeki değişimden korkmuyordu. Okuyucusu da onunla birlikte büyüdü ve değişti. Yaptığı keşifler ona inanılmaz derecede zenginlik katmıştı. Yazarlık dersleri verdi, yazarlara yol gösteren kitaplar yazdı. Ama deneme kitaplarında da kendini yenilemekten geri durmuyordu. 1998 yılında kaleme aldığı Dümeni Yaratıcılığa Kırmak kitabını 2015 yılında gözden geçirip neredeyse yeni baştan yazdı. Romanın sustuğu yerde şiire yöneldi. Kelimelerinden asla vazgeçmedi.
Le Guin, kalabalıklardan çok fazla hoşlanan biri değildi. Oregon’a yerleştiğimde, onu küçük bir kasaba olan The Dalles’de yakalamıştım. Ufak bir odada kasaba sakinleriyle yeni kitabı hakkında söyleşiyordu. Röportajımız yayınlandıktan ve onu The Dalles’te bulduktan sonra, bana yazdığı e-mailde şöyle demişti, “Kaliforniya ve Türkiye’nin The Dalles’da bir araya geldiğini düşünmek hoşuma gidiyor.” Halk kütüphanelerinde, yerel fuarlarda okuyucularıyla bir araya gelmeye devam etti. Tarafını her zaman belli etmişti. Onun yeri ötekinin yanıydı. Ursula’yı son kez, Oregon Üniversitesi’nin düzenlediği konferansta görmüştüm. Sağlığı pek iyi olmamasına rağmen gelmişti. Konuşmaları oturduğu yerden gülümseyerek dinliyordu. Yaşının getirdiği hassaslıktan ve hasta olduğunu bildiğimden yanına gitmemiş, konferans sonrasında ona bir kart atmıştım, “Eugene’deki konferansı dinledim. Geçmiş olsun Ursula.” Birkaç hafta sonra posta kutumda bir kart buldum, “İyi dileklerin için teşekkür ederim, sevgili Güzide. Seni Eugene’de kaçırdığım için üzgünüm. UKL.” Kartın ön yüzünde “Bir sonbahar okuması” isimli şiiri vardı;
“Şair, âlimlerin odasında okudu
Çin bahçesindeki, kelimeleri
muntazam göllerine ve kaldırımlarına vuran
telaşlı yağmurun sesine karıştı.
Eski bir taşa işlenen mısralar gibi
liken ve yosunla lekeli.
Sağanağın altında mor
kasımpatılar sessizce başını eğdi.”
Ondan bir daha haber alamadım ama ilk kez bir kitap kapağında gördüğüm fotoğrafı bana gülümsemeye devam etti.
Yeni yorum gönder