İyi hatırlıyorum, Patti Smith’in 1999’daki İstanbul konserinde önümde iki kız oturuyordu. 14 -15 yaşlarındaydılar. Sahnede Patti Smith enfes bestelerini çalıp çok iyi bir performans gösterirken, ikisi bir türlü yerlerinden kalkamıyor, heyecanlanamıyor, “coşamıyorlardı.” Bunun farkına vardım, çünkü Because The Night başlayınca birden durum değişiverdi. İkisi de ayağa fırladılar ve şarkıya eşlik ederek neşeyle dans ettiler. Ben de içimden, Because The Night’ı yorumlayarak tekrar gündeme taşıyan ve milyonlarca insana -ve anlaşılan bu gençlere de- ulaştıran 10,000 Maniacs grubuna teşekkür ettim. Patti Smith biliniyor, uzaktan seviliyor ve konsere gelince de gidiliyordu elbet ama müziğini iyi bilmek, tanımak o kadar kolay değildi. Zaman ayırmak, emek harcamak lazımdı. Üstelik bu bestenin bir de ortağı vardı: Bruce Springsteen.
Ama bu işler böyledir... Bir şarkıya vurulursun, onu söyleyen şarkıcı ya da gruba hayranlığın başlar ve bu durum aşka dönüşerek sürüp gidebilir. Açıp, o vurulduğun şarkının kimin tarafından bestelendiğine bakmayabilirsin. Olur bu.
Tam zamanlı heavy metal dinleyicisiyken (şimdi yarı zamanlıyım) Judas Priest’e ait olduğunu sandığım Diamonds and Rust’a bayılırdım. Dev sesli Rob Halford “da-ya-mınds, da-ya-mınds end raaast” derken ona bağıra bağıra eşlik ederdim ama şarkının Joan Baez’e ait olduğunu bilmezdim. Hikayesini ise hiç...
Örnekleri çok. Müzik dinlemekten vazgeçmediğin sürece, ne kadar bilirsen bil, bir gün faka basarsın. Leos Carax’nın Holy Motors (2012) filmindeki o meşhur akordiyonlu beste için Yann Tiersen’ın mı acaba diye düşündüm ama bir blues çıktı: R.L. Burnside’ın Let My Baby Ride’ı.. Bu, benim için son örnek sanırım.
Dylan’ın Nobel’e ihtiyacı var mı?
Kanındaki alkol oranı her daim yüksek Galli şair Dylan Thomas’la Bob Dylan’ı dinlemeden önce tanışmış biri olarak “usulca” diyebilirim ki: “Her iki Dylan da büyüktür.”
Anne tarafından Kağızman kökenli şairin yeni albümü Shadows in the Night, ki bu 36. stüdyo albümü oluyor, Frank Sinatra’yla popüler olmuş “standartlar”dan oluşuyor. Yaşayan efsane, aksi şövalye, suratsız ve büyük ozan Dylan, “Sinatra tırmanmamız gereken bir dağdır,” diyor albümün çıktığı 3 Şubat 2015’ten hemen önce verdiği bir söyleşide. “Yolu tamamına erdiremeseniz bile.. Bu nedenle şarkıları kayıt ederken Frank hep aklımızdaydı. O, şarkıların içine nüfuz eder. O, şarkıyı doğrudan ‘size’ söyler.” Albümde yer alan şarkıların gömülmüş halde olduklarını ve onları mezardan kaldırıp gün ışığına çıkardıklarını da ekleyen Dylan’a, Sinatra şarkıları yorumlamanın riskli olup olmadığı sorulduğunda ise ondan beklenebilecek bir cevap geliyor hemen: “Riskli mi? Yani mayın dolu bir tarlada yürümek, ya da zehirli gaz fabrikasında çalışmak gibi mi?.. Albüm kaydetmenin riskli hiçbir yanı yoktur.”
Bob Dylan ismi 1996’dan beri Nobel Edebiyat Ödülü -ve başka edebiyat ödülleriyle- birlikte anılıyor ama ödül ona verilmiş değil (henüz). Bu konu yıllardır tartışılıyor da tabii: “Almalı mı, almamalı mı?”, “Ödülü hak ediyor mu?”, “Şairin buna ihtiyacı var mı?” (Yoksa Nobel’in mi Dylan’a ihtiyacı var?) Tüm bunların, ozanın pek umurunda olduğunu sanmıyorum. Alsa ne olacak? Belki de son İstanbul konserinde olduğu gibi ayağa kalkıp, elleri belinde öylece dikilecek bir süre.
Dylan ve onun hazinesiyle yeni tanışan genç bir kuşak var bugün. Dün de vardı, yarın da olacak. Ve şimdi, örneğin olağanüstü güzellikteki Autumn Leaves’i -ki sözleri Fransız şair Jacques Prévert’indir- bazıları Dylan’la tanıyacak, onunla hayranlıkları artacak, şarkıları yaşadıklarıyla bütünleşecek ve günün birinde bu şarkının Frank Sinatra’ya ait olduğunu anlayacaklar. Ne önemi var ki? Dylan’la başlamak her koşulda iyidir. Dylan’a soracak olsak, o da Frank’le başlamak iyidir diyecektir.
* Görsel: Özlem Isıyel
Yeni yorum gönder