Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Türk Şiirinin Evleri




Toplam oy: 139
Salgın müptelası nedeniyle evlerimize kapandı¤ımız, belki de yeniden evlerimizi keşfetti¤imiz zamanlar geçiriyoruz. Eve döndükçe evin bizdeki anlamını idrak eder gibiyiz. Sanki alelade girip çıktı¤ımız, uyuyup dinlendi¤imiz bu yer anlamını bize yeniden açıyor gibi. Onda durdukça anlıyoruz ki onun içimize verdi¤i sekinet dışarı çıkamadı¤ımız için içimizde oluşan darlanmaya baskın geliyor. Eve dön, kalbine dön, şarkıya dön diyen şairin, o evle kastetmek istedi¤i şey daha bir belirginleşiyor. Ev çok ça¤rışımlı bir kelime. Evlenmek fiili ile aynı kökten gelmesi tesadüf de¤il. Başka dillerde rastlamıyoruz bu benzerli¤e. Ev, bizim olana işaret ediyor. Şairler evin çağrışım dünyasında nasıl eğlenmişler, onun hür ovalarında ne tür yürümeler yapmışlar, ondaki insanla neler konuşmuşlar bütün bunlar üzerinde durmaya de¤er gibi görünüyor. O halde şairin evini gezmeye başlayabiliriz.

SAİD YAVUZ

Asıl evimiz ahşaptandır


Bizde asıl ev ahşaptandır. Çünkü biz, cansız bir varlık olan taşı değil de nihayetinde canlı bir varlık olan ağacın tahtasını tercih ederiz. Necip Fazıl Kısakürek’in Evim şiiri “ahşap ev, camlarından kızıl biberler sarkan” diye başlar. “Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!” Şiir, kendi çocukluğuna, artık kaybettiğimiz o ahşap eve özlemle devam eder. Bir köşesinde dalgın Kur’an okuyan anneannesini, gergef dokuyan annesini, semaveri, asma saati, çam kokulu tahtaları, komşuya hâl hatır soran terlikleri hatırlar. Şiir, yeni düzene ve onun getirdiği yeni mimariye çatarak biter: “Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden / Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden.”

 

 

Necip Fazıl’ın hakikati buluş serencamını evlere dair yazdıklarına bakarak bulabiliriz. Ev, eve bakış şairin yaşadığı haleti ruhiyeyi vermesi bakımından zengin bir içerik sunar bize. Gençlik yıllarında yazdığı ve onun savruluşunu fotoğraflayan Kaldırımlar şiirinde evleri gözlerine mil çekilmiş âmâlara benzeten şair, fikrî olarak kendi evine döndüğünde onun ruhunu bu toprakların imanıyla mayalayan evini, çocukluğunu özlediği mısraları yazacaktır. Yuva bellediği ve yalnızlığının tin tin sesini dinlediği kaldırımlardan kalkarak evine doğru yürüyecek ve artık bu yürüyüşün şiirini yazacaktır.

Balkon: Ölümün cesur körfezi
“Ötesini Söylemeyeceğim” şiirinde Sezai Karakoç da Bay Yabancı’ya seslenen küçük kızın evinin tahtadan yapıldığını vurgular. Bu vurguyu, daha şiirin başında: “Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor / Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz” dizeleriyle yapacaktır. Tahtadan ev ifadesiyle iki medeniyet arasında bir kıyas yapar Karakoç. Sahicilik ve doğallık. Evi ve evin mimarisine yapılan vurgular, şiiri okuyana şunu söyler: Sen gerçekten kendi evinde misin? Oturduğun ev sana mı ait? Bir mülkiyet fikriyle sorulmuyor elbette bu soru. İnançlar ve değerler bağlamında soruluyor.
“Çocuk düşerse ölür çünkü balkon / Ölümün cesur körfezidir evlerde / Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların / Anneler, anneler elleri balkonların demirinde.”
Sezai Karakoç, yeni rejimin bütün yönleriyle insanı dönüştürmeye mimari ile başladığının, eski mekân poetikasını alt üst ederek doğu insanını her zamanki istikametinden, ruhundan koparmak istediğini bildiği için eve, evin unsurlarına yer vererek karşı durmuştur. Balkon şiiri bunun en verimli örneklerinden biridir. Bir çocuğun balkondan düşüşüyle başlayan şiir, ilerledikçe görüntüye, kısa bir filme dönüşür adeta. Balkonda asılı çamaşırlar hazır kefene, güneşlenmek üzere şezlonguna uzanan insan bir cesede ve nihayetinde dinlenme mekânı olan balkon bir mezara dönüşür. Aslında bütün masumiyetiyle çocuk burada doğadan niçin bu kadar uzaklaştırıldığını anlamaya çalışan ve oraya erişmek isteyen bir düşünceyi simgeler. Şair, “balkon demirinde annenin elleri” ifadesiyle balkondan düşen çocuğunun solan yüzüne bakan bir annenin feryadını öylesine hissettirir ki, şiiri okuyan herkese balkonun ve dahi yeni mekânın insan için uygun olmadığını, ona mahkûm olduğunu anlatır.
Karakoç şiirinin ve düşüncesinin en önemli ayrımını görürüz yine bu şiirde. Balkonu öylece, o annenin çaresizliği içinde bırakıp gitmez. Her zaman olduğu gibi bir umut aşılar, bir diriliş ışığı yakar ve evleri balkonsuz yapan mimarların alınlarından öpmeye gittiğini ifade eder.

Ev ve Yâsin
Öteden beri evleri Yâsinler’le anarım. Hangimize annesinin ya da ninesinin cuma günleri pencere kenarında başlarına örttükleri beyaz başörtüsü ile mübarek bir vakti bekleyerek derin bir fısıltı ile geçmişlerine Yâsinler okuması yabancı gelir. Ev biraz da ‘Yâsin’dir. Anne babalardan miras bu okuma için Mustafa Akar ne güzel söylemiş: “Cennetin hartasını bulmakçin okurduk yasin / Allah’ın harfleriyle yazılmış bir şiiri ezberler gibi.” Şiir de elbet, bu büyülü ev halinden nasibini almıştır. Behçet Necatigil, 1939’da yazdığı Cuma Günleri isimli şiirinde evindeki penceresinde dört gözle ölülerini ve özellikle de annesini bekleyişini anlatırken şunları terennüm eder: “Ekseri yalnızdır cama vuruşunda / Kalkıp mezarından gelen o hazinem. / Çocukluğumun iklimini taşıyan Yâsin / Mübarek ruhunu bulur mu bilmem.”
Karakoç, evdeki yabancılaşmayı “ev miras değil, mirasın hayaleti” şeklinde vurguladıktan sonra her zaman yaptığı gibi evin kendine dönmesi için gerekli olanı vurgular. İşte bunun anahtarı yine evin yanı başındaki ‘Yâsin’dir: “Evi sokağı çarşıyı onaran Yasin / Paslanan güneşi sığayan sûre / Atalara doğru yürüyen sûre… / Ebedi bir gözcü nöbetçi gibi / Evin yüreğinde bekleyen sûre.”
Apartman bizi evsiz bıraktı
Şu medeni hayat içinde apartmanlar bizi evsiz, barksız, yurtsuz, ocaksız birer bedevi haline sokmuştur, dediği yazısında Hüseyin Cahit Yalçın şöyle devam eder: Bugün belki modern apartmanlara taşındık. Fakat bu bizim için bir ocak değil, bir ‘ev’ değil. Bu mükellef, muhteşem binaların içinde bir kiracıyız. “Ev” manasını kaybetmiştir. Hüseyin Cahit daha 1938’lerde bunları söylüyorsa bugün kim bilir neler söylerdi. Apartmanlaşma süreci yeni ideolojinin bir devrimiydi. 1930’lu yıllarda bu yeni mimarinin o günün popüler dergilerinde reklamları yapılmış ve insanlar bu mimariye özendirilmiştir. Motto şudur: “Eski evlerde mehtabın saltanatı vardı. Şimdi her tarafı camlı binalarda güneşin saltanatı başlıyor.”
İşte bu değişime şair en başta karşı duracaktı. Öyle oldu. Necatigil’in “Değişen Dünya” şiirinde bu duruşa karşı bir söyleyiş vardır. Şiirde şair, çocukluğunun geçtiği eski mahallesinde dolaşır ve dolaştıkça değişimi fark eder. “Sonra pek çok evlerin yerinde / Yeni yeni binalar belirmişti. / Ahtapotlar gibi apartmanlar / Buraya da salmış kollarını”, “Eski günler nerdesiniz / Açık kapınızı da evinize gireyim / Ama nerde o evler / Ne bileyim.” Şair burada geçmiş günleri bir ev gibi hayal eder. Sadece ev değildir değişen, özlemi çekilen eski günlerdir. Yitirilen değerler, bir milletin evini oluşturan güzellikler manzumesi. Necatigil’e göre Ziya Osman Saba daha umutludur eski günler konusunda: “Ne zaman aynaya baksam, / Görünüveriyor babam... / Bahçem, odam, sofam… / Eski günler gelecek. / Ölüler bilebilsem gittiğiniz yeri, / Ruhum, muradına erecek; / Annem döşeğimi serecek.”
Mesken - sekinet
Evin bizim kültürümüzde mesken anlamı da vardır. Sekineti, sükûn bulmayı da içerir. Evde olmak bir huzur işaretidir. Necatigil’in Evin Halleri şiirinde değindiği gibi. Ona göre “Evin yalın hali” bomboştur, çünkü ev yalnızdır/boştur ve bir aileden yoksundur. “Evin -de hali, saadet, / Isınmak ocaktaki alevde / Sönmüş yıldızlara karşı / Işıklar varsa evde”. “Evin -de hali”nde mutluluk vardır. Evde mutluluk aile ile mümkündür. Mekânın Poetikası’nda dendiği gibi “Ev, düşlemeyi barındırır, düşleyeni korur.” Şairlerin ev hallerine baktığımızda bunu rahatlıkla görürüz. Oteller Şairi olarak adlandırılan Edip Cansever örneğin. Cansever’in savruk hayatı ve huzursuzluğu tam olarak evde olamamakla ilgili bir durumdur. Huzursuzluk da sanatın cüzlerindendir.
Eve dönen adam: Yahya Kemal
Ahmet Oktay kendi kuşağındaki şairlerin otellere eğilimlerine dair notlar alırken şu ifadeyi günlüğüne ekler: Ömrü otel odalarında geçmiş bir şairin bu öz mekânına hiç değinmemesi şaşırtıyor insanı. Cevabı da kendisi verir. Yahya Kemal, somut olguları fazla önemsemiyordu belki de. Şiiri iyice duygu ve düşünceye çekmek, soyutlamak istiyordu. Gerçekten böyle mi? Tamamen soyut bir şiir yazdığını farz edebilir miyiz, İstanbul’un ilçelerine dahi şiirler yazan böyle bir şairi. Üsküp’te zarif bir annenin çekip çevirdiği, Muhammediye ve ezanla yoğrulan bir evde ve muhitte dünyaya gelir şair. Dini ve milli bir musiki şeklinde nitelediği ve Üsküp’ün Osmanlı göğünde yankılanan ezan, Paris’te evden kaçan biri olarak bulunduğu yıllarda bile peşini bırakmayacak ve o ses onu yeniden eve getirecektir. Karakoç’un Masal şiirinde geçen oğullardan biri gibi evden çıkıp gitmişti. Bu gidiş Türk aydın gencinin arayışını da temsil eder. Kimisi orada kaybolur.
Kendi benliğinden geçer. Ama Yahya Kemal, yaralı bir şekilde geri dönecektir. Artık o eve dönen adamdır. Fetih günleri, İstanbul’un fethedildiği kapılarda dolaşacak, fetih şehitlerine Fatiha okuyacak bir kıvama gelecektir. Beşir Ayvazoğlu’nun deyişi ile diyelim: Yahya Kemal kaçaklardan biriydi. Fakat evde kalanları zelzeleyle baş başa bırakma şuursuzluğundan tez uyandı ve eve döndü.
Bir sığınak olarak ev
Türk şiirinde evlerden söz edip Necatigil’den söz açmamak Türk şiirine Türkçe şiir demek kadar abes olur. Necatigil’e göre ev “bizi bir biçime, bir kalıba sokan”dır. Evler şairi olarak biliriz Necatigil’i. Ama o da bir başka adresi verir bize: Ziya Osman Saba. Diyecektir ki “Evin korkunç güzelliğini, vazgeçilmezliğini, kişinin ancak evinde oluşabileceğini, ne yapsa etse davranışlarını bu dar daireden dışarı çıkaramayacağını ondan öğrendim.” Necatigil için evin ne ifade ettiğini anlamak için şiire dair kendisine sorulan bir soruya verdiği şu cevaba bakmak yerinde olur. Montaigne’in yalnızlık üzerine bir denemesini hatırlatır şair. Bir dükkândan bahseder Montaigne. Gündelik hayatın gürültüleriyle dolu, alışverişlerle yüklü bir dükkân. Ve biz ordan oraya, bir müşteriden ötekine koşan, işi başından aşkın bir tezgâhtar yahut dükkân sahibiyizdir. Ama yalnızca, bu telaşlı hayat, gün boyu o dükkân bizim saadetimiz olabilir mi? Hayır! Dükkânın arkasında tamamen bize ait küçük bir oda olmalı. Zaman zaman oraya sığınmalı, gerçek hürriyetimize o kısa aralıklarda orada kavuşmalıyız. [....] İşte diyor Necatigil, şiir deyince ben böyle kalabalık bir dükkânı ve dükkânın arkasında küçük, tenha, gönlümce bir odayı düşünüyorum. İşte o oda Necatigil’in evidir. Eve dönüşü günlük savaştan sağ çıkmak olarak niteler: “Sağ çıkıp günlük savaştan, / Evin yolunu tutmuşum.”
Necatigil, kendine dönmenin, kendi olmanın evde olmakla mümkün olacağını vurgular. “Kapalı mı kapı iyi / Zil çalmaz değil mi iyi / Perdeler de inik iyi / Kendimize dönelim şimdi” Kendine dönmek, dışarda olanla bağı koparmak, seni dışarı çekecek bütün ayartmalara kulağını tıkamakla mümkündür. Gaston Bachelard’ın enfes tabiriyle ev ruhumuzun bir oturma yeridir. Necatigil’in şiirinin bize öğrettiği de budur. İşte biz “evleri, odaları sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı öğreniriz.”
Sofadan dar dairelere
Dairelerde yaşayanlar, yan yana olsalar da modern hayat onları birlikte yalnızlığa mahkûm etmiş gibidir. İnsanlar birbirlerinin seslerini duyarlar. Ama kayıtsız kalırlar bu seslere. İşte bu durum Necatigil şiirinde bir sıkıntı olarak yer bulur. Hasta bir kadının öksürük sesleri, eve sığınan o şairi kendisi ile olmaktan alıkoyar. “Hadi ben çok sigara - - öksürükler / Hele çalışırken. / Ya gece yarısı, göğsü parçalanırdı / O kadın iki öteden / Bilmezdik kaç nüfus her hâne - - / Duyulurdu sertçe sesi bir kapının: / Bağıran bir erkek boşluğa karşı / Ağlayan bir genç kadın / Bitmezdi makine dikişin, / Kimdin sen bitişik komşu? / Üç yavrunla kalmışsın / Bir tanıdık söylemişti.” Aslında Necatigil’in bütün şiir uğraşı kendini evinde hissetmekle alakalıydı.
Eski Türk evlerinde odaların açıldığı genişçe bir alandır sofa. Yani hol. Türk şiirinde sofaya en çok vurgu yapan şairdir Ziya Osman Saba. Öyle ki Cemal Süreya, onun için “sofanın şairi” der.
Eve çıkmak
Zarifoğlu 1962’de, o yıllar Paris’te bulunan Cemal Süreya’ya bir mektup yazar. Mektupta şu ifadeler vardır: İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz? Daha önce hiç tanışmadığı, sadece şiirlerine duyduğu yakınlık nedeniyle genç bir şair, fikirlerinin hiç uyuşmadığı bir başka şaire aynı evde oturmayı niçin teklif eder? Bugünün zihin dünyasıyla belki buna tam cevap veremeyebiliriz. O gün mukaddesatçı genç sanatçılarla bugünkü kadar kopukluk yoktu aramızda diyor Cemal Süreya, ölümünden sonra Cahit Zarifoğlu’na dair yazdığı günlüğünde. Burada belki de dikkatleri vermemiz gereken yer aynı evde oturma teklifidir. Çünkü şair onunla yakınlık kurmak için başka şeyler de önerebilirdi. Aynı dergide yazmak, aynı büroyu kullanmak vs. Ev, Cemal Süreya’nın da belirttiği gibi o yıllarda Alman Dili ve Edebiyatı okuyan ve yurtlardan sıkılan bir öğrencinin sığınak arama arzusunun yansımasıdır. Zarifoğlu’nu tanıdığım yılları düşünüyorum diyor Cemal Süreya, sevinçlerle büyümüştü sanki. Cemal Süreya’nın ona olan sevgisi de şu sözde somutlanmış: “Söylenmemiş güzel sözler vardı aramızda.” Zarifoğlu söylenmemiş o güzel sözlerin ancak bir ev’de paylaşılabileceğini düşünüyordu belki de. Şehre ve insanlara duyduğu yabancılık hissinden kendisini anlayacak bir şairle aynı çatı altında kalarak kurtulmak istiyordu.
Eşikte can veren kartal
“Uyumak istiyorum hak ettiğim uykuyu. / Yaşamış bütün gün, didinmiş, boğuşmuş, / Yatak yatak, oda oda, koğuş koğuş. “İndir perdelerini şu biten günümüzün, / Kapıyı sen kilitle, sen yanı başımda kal! / Eşikte can veriyor, dinleyelim, o kartal, / Beraber dinleyelim sustuğunu gündüzün.” Moderniteden, sokaktan kaçan şairin eve sığınışı. Burada dikkatimizi çeken dışarıdaki tehditleri “eşikte can veren kartal” benzetmesidir. Yırtıcı ve tehditkârdır kartal. Eşikte can vermesi evin şairi koruması anlamına gelir. Yani tehlike evin bütün koruyuculuğu, yuva oluşu sayesinde bertaraf edilmiştir. Dileriz ki salgın tehdidi de bu kartal gibi eşikte can versin. Yuvada olmak, eve dönmek bizi bu tehlikeden kurtarsın.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.