Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

‘Talihsizlik’ yok, engeller var…



Toplam oy: 1037
Samir Kassir
İletişim Yayınevi
Arap Dünyası her zaman krizler, işgaller ve acılarla bezeliydi. Bugün de aynı süreç işliyor. Aktörler değişse de, ülke ve olaylar farklılaşsa da ana fikir aynı. Araplar kendini “talihsiz” olarak görmeye eğilimli. Ama bir türlü “Nerede hata yaptık?” sorusu güçlü şekilde dillendirilmiyor. Samir Kassir, Arap Talihsizliği adlı kitabıyla belli bir yere kadar gelse de bir noktadan sonra tıkanıklığı aşamıyor.

 2010’un sonunda başlayıp 2011’de şiddetlenen, kimilerince “Arap Baharı” ya da “Devrim Rüzgârı” diye adlandırılan; Tunus’tan Libya’ya, Mısır’dan Yemen ve Suriye’ye uzanan hareketliliğin heyecan yarattığı doğru. Sanal dünyada örgütlenip meydanlara taşan kalabalıkların ilgi çektiği de açık. Tamam ama bunları hemen “devrim” diye nitelemek de ne ola? İsteyen istediği kadar kızsın fakat Arap coğrafyasında hiçbir şey kendiliğinden olmaz, yani nerede bir “isyan” başlamışsa bunun nedeni, neyi örttüğü (ya da gerçekte hangi örtüyü kaldırdığı) ve amacı çok sonra anlaşılır.

 

Dün, “demokrasi” diye işgale uğrayan devletler ve işkenceden geçirilen halklar, bugün yakın geçmişte başa getirilen diktatörlerini yıkmaya uğraşıyor (gibi görünüyor ya da gösteriliyor). Dışarıdan bakınca çok masum ve haklı bir hareket (bir bakıma olması gereken bu) ama onların yerine daha eli yüzü düzgünü ve yine başkalarının yönettiği yenileri gelmeyecek mi? Zamanı denk düşünce onlar da bir hokus pokusla yıkılır nasıl olsa!

 

Buradaki sorun, birkaç yüzyıldır kendisini yönetmesine izin verilmeyen, daha doğrusu bu zihniyete izin veren Araplarla ilgili. Bunu Samir Kassir’in yaptığı gibi “talihsizlik” biçiminde aktarmak da Oryantalist (Şarkiyatçı) ve Oksidentalist (Garbiyatçı) bakış açılarının tuzağına düşmekten başka bir şey değil.


Tetikçiler ve Şirketler

 

Kassir, “talihsizlik” diye adlandırdığı durumu, “Arapların bir zamanlar sahip olduğu küresel konum ve gücü yeniden kazanamaması” şeklinde özetliyor. Elde imkân varken birlik olmayı başaramayan ve işgalcilere “bir bilen”, “bir bölen” ve “bir izleyen”lerle kucak açanları ve 11 Eylül sonrası gelişmeleri de çorbaya katıp tevekküle yatmanın anlamsızlığı ortada. 1950’lerde ABD’de, kapalı kapılar ardında dillendirilen dış politika düsturu “paspas olmayı seçenin üzerine hiç acımadan basarız”ın yirmi birinci yüzyıldaki halini yaşıyor Arap dünyası.

 

Heyecana kapılıp “devrim” ya da “bahar” diyenler de yanılıyor dolayısıyla; Suudi Arabistan, Katar veya Kuveyt’te neden esmiyor bu rüzgâr?

 

Kassir’in yakındığı Arap diktatörler, haraç kesen mafya tipi devletle onun bürokrasisi ve coğrafyanın işgali, “talihsizlikten” öte doğal bir sonuç ne yazık ki. Yönlendirilen, “haydi harekete geçin, haçlı seferini ve baskıyı yok edin” denerek meydanlara sürülen “isyancıların” başını okşayanlar, yıkılmaya çalışılan düzeni vakti zamanında oya gibi işlememiş miydi? Yüz, hatta iki yüz yıllık öngörülerle çokuluslu şirketler ve ekonomik tetikçilerin çalışma ve atış sahasına dönüşen Arap coğrafyasındaki oyunun piyonlarına indirgenen ve oyuncu olmayı kabullenen büyük bir kitleden söz ediyoruz.

 

Çoğu zaman atlanan bir gerçeğe, Kassir’in bazı doğru yaklaşımlarının sonunda da rastlayamıyoruz. Modernitenin zihinsel arka planının kavranamaması ve Batı kopyası ya da Batı’da bulunup ülkesine dönerek bulanık bir Arap milliyetçiliği geliştiren kimi “entelektüellerin” katkı sunduğu sürüklenişte açıkça sorulmamış veya dolaylı şekilde dillendirilmiş, etraflıca tartışılmamış bir şey var: Araplar, suçlu aramak yerine “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna kafa yorsa ve çözümler üretmeyi deneseydi daha kolay yol alınabilir miydi? Arap dünyası dışından beslenen siyasal İslam’ın, Vahabiliğin, kör milliyetçiliğin, kaderci anlayışın ve işgallerin palazlanışı, bu sorunun doğru biçimde yanıtlanışıyla durdurulabilir miydi? Sadece kral ve diktatörlerin saray çevresinde ve şekilde kalan “modernizm”, gerçek anlamda (hukuk ve demokrasi bağlamında) gelişemez miydi?

 

“Ölüm kültürü” yenilebilir

 

Kassir’in “talihsizlik” olarak nitelediği bir başka durum, Arapların konumlandığı coğrafya. Eğri oturalım doğru konuşalım, bu bölge çoğu zaman Batı’nın ağzını sulandırdı, seferler düzenlendi, çeşitli hilelerle önce halklar, sonra devletler birbirine düşürüldü. Fakat bam teli yine tınladı ve klasik soru beliriverdi: Bu coğrafya, birlik olması sayesinde Arapların en büyük gücüne dönüşemez miydi? Böyle bir olanak her zaman var.

 

Belki o zaman bir bahar veya devrimden söz edilebilir. Unutmamak gerekir ki, Wittgenstein’ın dediği gibi “ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir.” Her Arap ülkesi önceliği, kirlenmiş düzenini kendi başına değiştirme gücüne vermeli. Kassir de bunu vurguluyor: “Talihsizliklerinin üstesinden geleceklerse, Arapların bunu kendi başına yapmak dışında bir seçeneği yok.” Bu cümlenin başında eksik kalan ifade şu: “Kendi yarattıkları…” “Mağdur”luktan kurtulmanın; Arap dünyasında kader olarak görülen ezilmişliğin ve işgalin yok edilmesi de buna bağlı. Filistin sorunu ya da 11 Eylül’ün yıkıcı geri dönüşünü, alınyazısı gibi görmeyi sonlandıracak en önemli zihinsel devrim de bu. 

 

Kassir, buradan hareketle doğru bir sorgulama ve sonuca da ulaşıyor: “İslamî milliyetçiliğin, cihatçılığın zeminini hazırladığına hiç şüphe yok. Cihatçılığın yaptığı gibi Arap talihsizliğini inkâr etmeyebilse de, yine talihsizlikten şikâyet edenleri o talihsizlik içinde debelenmeye yatkınlaştırır; öyle ki talihsizliğin yerine sadece bir benzerini koyar: Fosilleşmiş Arap milliyetçiliğiyle siyasal İslâm birliğinin ‘direniş’ olarak adlandırdığı ölüm kültürünü.”

 

Arapların genellikle kendilerine biçilen “öteki” sıfatını bir şekilde kabullendiği de ortada. Dahası kendi coğrafyasında, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inananlar, değiştirebileceklerin önünü kesip bir başka “ötekilik” yaratıyor. Bunu da aşmanın yolu en zorundan, zihinsel devrimden geçiyor. “Talihsizlik” diye bir şey yok, engeller var. Keşke Kassir hayatta olsaydı da bunları tartışma imkânımız bulunsaydı. Tek ve gerçek talihsizlik bu işte…  

Yorumlar

Yorum Gönder


Yahu bu yazıda oradaki hareketlilik kesinlikle değersiz görülmüyor ki? Tam tersine aslında o hareketliliğin değer kazanması için entelektüellerin ve Arap halklarının tam bağımsız ya da olabildiğince kendisi haline gelmesi gerektiği vurgulanıyor. Ayrıca İmparatorluk ve kuyruk acısı nereden çıktı? Ana akım medya filan demiş "talihsiz yorumcu"; el insaf yazıda ABD pompası medyaya övgü mü var? Yani bir yazı nasıl bu kadar yanlış okunur anlamak mümkün değil? Evet, Arap halkları bir hareket başlattı (gibi görünüyor) ama bunun sonu nereye varacak, daha Mübarek ya da daha Kaddafi gelirse ne olacak? Sorun bu değil, sorun tamamen Arap coğrafyasında "sahte bahar"la ilgili, Nasır'ı da ketempereye getiren bugün meydanları dolduranların baba, dede ve anneleri değil miydi? Bu ince ironiyi anlamamakta direnmek de bir "başarı" tabii..

42%
58%

"Mısırdaki "devrim yanlısı" generallerin, yani yeni diktatörlüğe geçişte rol üstlenenlerin şu aralar ne kadar "demokratik" davrandığını görün." Bunu diyerek azıyla aynı hatayı tekrarlıyorsun. Generallerin "devrim yanlısı" olduğu koca bir medya yalanı. Generallerin bir tek Mübarek'i feda edip Müslüman Kardeşler'in bir bölümüyle el altından anlaşarak "devrim"i ezmesi, Tahrir'deki herkesin "yönlendirildiği" anlamına gelir? Esas siz, ana akım medyanın vermeyi sevdiği haberlerin dışında gündemi biraz takip edin. "Mübarek'in yargılanması yetmez, askeri diktatörlük istemiyoruz" diyerek ve medyaya yansımayan pek çok taleple 1 aydır Tahrir'de olan ve 3 gün önce ordu tarafından vahşice saldırılan insanlara, Grevleri şu sıra askeri mahkemelerce yargılanan işçilere, o işçilerle ilgili kampanya yürütenlere, "yönlendiriliyor" deme tutumuna kızmıştım zaten. Saydıklarıma ve ancak gerçekten "gündemi takip ederseniz" bilebileceğiniz onlarca hareketi, çabayı küçümsemeden önce kendimize bakalım, söylediğim buydu. Mübarek'in kellesinin verilmesi sadece bir oyun evet, ama onun kellesini vererek paçayı sıyırmak isteyenler, gerçek bir tehdit karşısında bunu yapmaya zorlandılar. Olayların hepsine "yönlendirme" demeden önce son 5-10 senede o coğrafyada neler olmuş, ana akım medya vermedi diye senin görmediğin neler olmuş bir bakmak lazım. Öyle birileri düğmeye bastı diye gelişmedi herşey. Bir takım odakların üzerlerine oyun oynaması (kazanırlar kazanmazlar onu sonra göreceğiz), o insanların ölümleri göze alarak giriştikleri ve sandığınızdan uzun zaman önce kaynamaya başlayan, isyanlarını kendilerine ait olmaktan çıkarmaz, değersiz kılmaz.

Nihayet, kanım değişmedi: hem yazar hem beni "cevaplayan" arkadaş İmparatorluğun kuyruk acısı olarak kalan ve sürekli pompalanan asırlık bir milliyetçi ön yargı üzerinden konuşuyor: Araplar isyan ediyorsa birileri yönlendiriyordur. O yüzden mesela Mısır'da işçi hareketini, generalleri, Müslüman Kardeşleri, isyanda yer alan farklı gençlik gruplarını, esnafı vd. aynı torbaya koyup "Araplar" diyip geçiyoruz.

Gerek duymamıştım ama bir önceki yoruma atfen belirteyim: Ali Bulunmaz'ı ben de tanımam, ama burada ve daha önce yazdıklarından tartışmaya değer bulduğum, yazının satır arasına gizlenmiş bazı yargılarının yakışmadığına kanaat getirdiğim için yorum yazdım. O satır aralarındaki kızdığım yargıları ulu orta ve açık açık tekrarlayan yazarlardan biri olsaydı zaten yorum da yazmaz, okuyup geçerdim.

45%
55%

Şu karşı yorumlara bakılırsa sanki başka bir yazı mı okunmuş ne? Cümle yazının parçasıdır, cımbızlama yapınca eleştireyim derken eleştirilirsiniz :)

30%
70%

Şurada bir anlaşalım: Ben yazıyı yazan kişiyi tanımam, Cumhuriyet Kitap ve Sabit Fikir'deki yazılarını izliyorum, gayet ilginç yazılar, özgeçmişine baktığımda Wittgenstein'ı epey bildiğini de gördüm. Bunları geçelim. Yazıdaki ironi Araplara bir çağrı aslında, bunu bir iki cümleye takılıp anlamamanız çok ilginç. Gündemi takip edin bence, Mısırdaki "devrim yanlısı" generallerin, yani yeni diktatörlüğe geçişte rol üstlenenlerin şu aralar ne kadar "demokratik" davrandığını görün. Ve son olarak elbette eleştirin ama Wittgenstein'ın dediği gibi "üst perdeden", yazı ve olaylara soğukkanlı yaklaşın, 10 yıl sonra bu yazıda geçenler gerçekleşirse ne olacak? Bence Ali Bulunmaz şimdiler de çok eleş.tirilecek ama ileride bir daha okunması gereken bir yazı yazmış. Araplar kendini yönetemediği ve yönlendirilen "isyan"larla hareket ettiği sürece yeni Mübarekler ve Kaddafiler gelecek.

39%
61%

haklısınız, "heyecansız" ve daha sade söyleyim o vakit: Hem "Arap coğrafyasında hiçbir şey kendiliğinden olmaz, yani nerede bir “isyan” başlamışsa bunun nedeni, neyi örttüğü (ya da gerçekte hangi örtüyü kaldırdığı) ve amacı çok sonra anlaşılır." diyip, yani "Arap dünyasında bir isyan varsa, arkasında başka birileri, bişeyler vardır" diyip, sonra da Araplar "suçlu aramak yerine “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna kafa yorsa" ya demek bize has bir "engel". Buradaki tek ironi, "coğrafyada hep aynı oyun oynanıyor" yorumunu yaparken altında imparatorluktan kalma kuyruk acısının olduğu "hep aynı" asırlık önyargının konuşuyor olması. Hem Tahrir'de meydanda olan herkese, istisnasız "oyuna geliyorsun, aslında senin yaptığın bişey yok" diyeceksin, hem de "suçlu arama, kendin yap" diyeceksin. (Aslında burada "kafa yorması" beklenilenin sokaktaki Arap insanları olduğu şüpheli ya, neyse) Dünya etmenin olduğu, farklı pek çok eğilimi ve olayı barındıran bir dalgayı "aslında arkasında başka güçler var"a indirgemek olan biten herşeyi "devrim" diye selamlamaktan daha az dar bir yaklaşım değil. Arapları toptan bir kefeye doldurmak da "Arap Milliyetçiliği" diye eleştirilenin bakışını paylaşmaktan başka birşey değil. Bu akıl vermeyi bırakıp, Wittgenstein'ın söylediğine kendimiz uymalı...

59%
41%

"Talihsiz yazı" yorumu nasıl da heyecan ve çalakalem yazılmış öyle. Arkadaşım sen yazıyı heyecanın durulunca, şöyle sakin kafayla bir daha oku derim, belki o zaman metindeki ince ironiyi rahatça kavrayabilirsin...

35%
65%

Bir de bu yazının "talihsizliği", kocaman bir çelişkisi var: Araplar, "onlar" isyan ediyorlarsa "bunun nedeni, neyi örttüğü ve amacı çok sonra anlaşılır." Yani hakiki bir takım dinamikler olamaz arkasında. Örneğin Mısır'da senelerdir süren grevler, onlarca işçinin öldüğü tekstil direnişleri, internetten örgütlenen gençler falan olamaz. (Evet bunların etkileri hala bir takım cemaatlere takılıyor, evet, "fırsattan istifade" bir takım başka oyunlar oynanıyor ama o ayrı bir konu. Tahrir'de orduyu da onların işbirliği yaptıklarının oynadıkları oyunları da gören, "bizim istediğimiz bu değil" diyen inanlar var hala, bizim medyaya sesleri gelmese de) "Arap coğrafyasında hiçbir şey kendiliğinden olmaz, yani nerede bir “isyan” başlamışsa bunun nedeni, neyi örttüğü (ya da gerçekte hangi örtüyü kaldırdığı) ve amacı çok sonra anlaşılır." Yazının başında böyle deniyor. Ama yaptıkları herşeyin arkasında bir takım güçler olduğuna inandığımız bu insanlara "Suçlu aramak yerine "Nerede yanlış yaptık?" sorusuna kafa yorsalar" diyoruz kestirmeden! Kim soracak o soruyu? O yalnışı bile bile yapan şeyhler, diktatörler mi? Tüm arapları eleştire de aynı kefeye koyarak, bir takım akil adamların bu soruyu sormasını bekleyerek biz de düşüyoruz yazıda bahsi geçen "Fosilleşmiş Arap milliyetçiliği" tuzağına. Aynı coğrafyada yaşıyoruz ama dinamikleri Kuveyt'den çok daha fazla bize benzeyen Mısır'dan kendimizi soyutlarken, "Kuveyt'e neden sıçramadı?" diye sorguluyoruz olan biteni.... Böyle akıl vereceğimize, Kürtlere de aşağı yukarı aynı kafayla yaklaşarak bir türlü çözemediğimiz sorunlarımıza bakalım biz önce.

50%
50%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.