Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Bir büyük intihar gerekli dünyamıza”



Toplam oy: 573
Turgut Uyar
Yapı Kredi Yayınları
Veys, büyük bir heyecanla karşılanacak bir eser. Türkçenin en büyük şairlerinden birinin yıllar sonra ortaya çıkan yeni bir eseri kimi heyecanlandırmaz ki!

Turgut Uyar’ın Veys adlı oyunu yayımlandı. Türkçenin en büyük şairlerinden birinin çekmecesinden çıkan bu eser, her açıdan ilgi çekici. Öncelikle onu yazan Turgut Uyar; diğer taraftan Veys, geçmişten günümüze gerek dili gerekse anlattıklarıyla hiç eskimeyecek bir eser gibi duruyor.


Üç perde ve dört tablodan oluşan oyunda Veys, bir yalvaçtan (peygamber) bahsedildiğini duyar ve ne olursa olsun bu yalvacın peşinden gitmek ister. Annesi ve nişanlısı Mira onu kalması için ikna etmeye çalışırlar ancak Veys yine de yollara düşer. Sonunda yola düştüğünde 91 gün geçer ve elindeki bonoların de süresi dolmak üzeredir. Mutlaka yalvacı bulması gerekmektedir, yoksa borcunu ödeyemeyecektir. Bu arayışta ona kentte rastladığı Montör dediği kişi yardımcı olur, ancak elindeki adreste yalvaç değil adının Profesör Geselschaft olduğunu öğrendiğimiz biri yaşamaktır. O da biraz önce tutuklanarak götürülmüştür. Bunu onlara söyleyense profesörün asistanıdır. Oysa Montör ve Veys, aynı kapıdan geçmelerine rağmen profesörün götürüldüğünü görmemişlerdir.



Oyunun başlangıcında Veys, yalvacı bulmak için gitmek istediğini annesine söylerken birden evin içi savaştan dönenlerle dolar. Her biri savaşa ve ölüme dair konuşan, bir süre sonra evde hiç nefes alacak yer bırakmayan bu savaş artıkları sürekli ölümden, bıçaktan ve yok oluştan bahsetmektedir. Nitekim oyun boyunca ölüm her zaman Veys’in yanı başında duracaktır.



Oyunda dikkati çeken diğer bir unsur, sık sık trafik ışıklarının kırmızı, yeşil ve sarı renklerde yanarak kahramanın ruh hallerine ve metnin ritmine uygun bir şekilde hareket etmeleridir. Her perdede farklı renklerde yanan bu trafik ışıkları başlangıçtan itibaren vardır. Sanki bu ışıklar oyunun zamansızlığını sekteye uğratmaya çalışır bir işlev üstlenirler. Çünkü oyunun başında bir tragedya olamamaktan bahseden koro kişilerinden biri, Veys’in yolculuğu, yalvacı ararken Profesör Geselschaft’ı aramaya yönelen tavrı, bu arayışta değişen bakkal dükkanının ve sokak adının bir zamandan diğerine geçişi bu temsili destekler. Bir yerde şimdide yer alan zaman bir yerde geçmişe bir yerde geleceğe bu ışıkların yanıp sönmesiyle geçer gibidir. Diğer taraftan eski ile yeninin, şiirsel olan ile sonsuz olanın bir geçicilikte buluşması da böylece sağlanır. Sonuçta Veys, elindeki bonolarla kalan bir günümüz insanından başka bir şey değildir.



Oyun metninin tamamlayıcıları

 

Kitabın başında Turgut Uyar’ın daktilo edilmiş sayfalarındaki eksiklerle, adı konulmadığı belirtilerek yayımlanan bu eserin sonuna Orhan Koçak ve Ayşegül Yüksel tarafından yazılmış iki yazı eklenmiş. Orhan Koçak “İsteyene Kartvizit: Bir Şiiri Kendinden (Vaz)Geçerken İzlemek” başlıklı yazısında Uyar’ın edebi kimliğinde bu eserin nerede durduğunu tespit etmeye çalışıyor. Benim biraz önce eski ve yeninin bir arada bulunması olarak tanımladığın meseleyi Koçak, alegoriden yola çıkarak anlatıyor: “Alegorik sayabileceğimiz metinlerde, farklı zamanların ve öykülerin figürleri, ancak bir tür ‘kıyamet’ anında ya da bütün ‘baraj’ kapaklarının açıldığı, ar damarlarının çatladığı ve farksızlaşmanın egemen olduğu sakil ve şeytani bir ‘cümbüşte’ (Bakhtin) aynı zemin üstünde buluşurlar; arka ve ön plan ayrımı kalmamıştır.” Böylece daha önceden başlamış bir değersizleştirme ve içeriksizleştirmenin, yani nominalizmin Uyar’ın şiirinde de halihazırda bulunduğundan bahsediyor Koçak. Sonrasında da Veys’in, Uyar’ın şiirleri arasında nasıl bir döneme denk geldiğinin peşine düşüyor. Veysel Karani ile Veys arasındaki ilişki ile “pirsiz derviş” ve Uyar’ın “Efendimiz Acemilik”i arasındaki bağlantıları kuruyor. Gerek oyun gerekse Turgut Uyar’ın edebiyatı için önemli bir yazı olan Koçak’ın yazısı, sadece oyun ile Uyar’ın edebiyatı arasında bağlantılar kurmuyor, Uyar’ın bu oyunla edebiyatımızda gerçekleştirdiklerini de mesele haline getiriyor.



Orhan Koçak’ın ardından, tiyatro üzerine çalışmalarıyla tanınan Ayşegül Yüksel’in “Romans Karşıtı Bir Tiyatro Söylemi” başlıklı yazısı geliyor. Ayşegül Yüksel burada oyunun romans kalıbına yakın durmakla birlikte, Veys’in arayışının hiçlikle sonuçlanması sebebiyle bundan uzak olması üzerinde duruyor. Oyunun düş ve gerçeklik arasındaki çizgileri zorladığından bahsediyor. Oyunun 1960’larda Türk tiyatrosuna hâkim olan  Karagöz, Ortaoyunu gibi popüler Türk tiyatro geleneğinin özelliklerini taşıdığı kadar aynı yıllarda özellikle Güngör Dilmen’in oyunlarında görülen şiir diliyle yoğrulmuş tragedyalardan izler taşıdığından da söz edip, bunların Uyar’ın 1960’lı yıllarda yazdığı şiirlerle arasında bağlantı kuruyor: “İçerik ve biçim özelliklerine dayanarak yazılış zamanını 1960’lar olarak belirlediğimiz oyunda yer alan kimi imgelerin izini Uyar’ın şiirlerinde sürdüğümüz zaman da şöyle bir resim çıkıyor karşımıza: ‘Tanrı’ ve ‘ölüm’ ve bıçak olgularıyla Uyar şiirinin her döneminde karşılaşıyoruz. 1959’da yayımlanan Dünyanın En Güzel Arabistanı ve 1962’de yayımlanan Tütünler Islak kitapları, oyunda yer alan, sıkıntı, eskime, tatil, yalvaç, borç ödemeyememe, dinin eskimesi, Arabistan, çölde yolculuk, terziler, tefeciler, bonolar, karşılıksız çekler gibi evrensel/toplumsal imgeler açısından zengin görünüyor. Bu da oyuna temel olan yazar kişi duyarlığının bir kez daha 1960’lı yıllarla buluştuğunu göstermektedir.”



Veys’in sadece oyun metniyle Orhan Koçak ve Ayşegül Yüksel’in makalesiyle birlikte yayımlanması oldukça isabetli olmuş. Böylece bu yazılar, sadece bir kısmı eksik parçalarla elimizde bulunan bu oyunun tamamlayıcıları olarak kitapta yerlerini almışlar.

 

Veys, büyük bir heyecanla karşılanacak bir eser. Türkçenin en büyük şairlerinden birinin yıllar sonra ortaya çıkan yeni bir eseri kimi heyecanlandırmaz ki!

 

 

 


 

 

 

Görsel: Murat Miroğlu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.