Daha en baştan “Senin aradıkların benim umurumda değil” diyen bir kitapla ömrümün en sıcak gecelerinden birinde evde oturmuş, arkasında ne olduğunu hiç mi hiç kestiremediğim bir kapıyı zorluyorum. Devam ediyor: “Bu kitabı eline alıp sağda solda gösteriş yapmana gerek yok, alay konusu olursun.” Benimle mi konuşuyor? Devam ettikçe başka başka bilgiler akıyor zihnime, yolumu kaybettiriyor. Başa dönüyorum, her şey daha da karmaşıklaşıyor. Bir labirent bu. Ben labirentteki fareyim. Bir an geliyor, içime su serpen tatlı bir aydınlanma anı, eşzamanlı bir Ağustos esintisi havalandırıyor perdeyi, tamam diyorum çıkışı galiba buldum, fare bıyıklarımı sürtüp duruyorum sayfalara. Anlıyorum ki, bir yazma hadisesi mevzubahis kitapta. Bir yazar ve ona yazdıklarını yazdıran bir ‘şey’ var. Yazdığı şey de, elimde tuttuğum kitaptan başkası değil. Durmadan şekli değişen, zamansız, mekansız bir ‘şey’ bu yazma emrini veren. Bir iç ses bile olabilir, emin olamıyorum. Otoriteyi temsil ediyor, bir hedefi var: Yazma eylemini hayata geçiren kişinin bir kelime gizli zihninin içinde. Kendinin bile bilmediği bir kelime bu. Otoritenin amacı bu kelimeyi ele geçirmek. Çünkü bilindiği takdirde gerçeğin istenilen şekilde yönetilebileceği, her şeyi denetleyebileceği, insanları istediği her şeye inandıracak bir kelime.
Bu kitabı eline alıp sağda solda gösteriş yapmana gerek yok, alay konusu olursun. Daha beteri anarşist filan diye damgalanırsın.
Okurla konuşuyor metin arada. O okur bazen ben, bazen sen, bazen başkası… Bu kitabın kapağını açmaya cüret etmiş herkes yani. Sürekli aynı şeyi tekrar ediyor: “…bunu anlatmamın bana hiçbir yararı yok, senin bir şey anlamanın da anlamı yok. Buraya kadar olan birkaç sayfayı okuyup anladığını da sanmıyorum…” Arada çıkıveriyor bir köşeden, “Ve sen sayın okur. Para verip aldın artık. Ancak bu kitabın bir avantajı var, her an terk edebilir ve gidebilirsin” diyor. “Benimle mi konuşuyor?” hissim kitap boyunca baki. Yaşamak için her gün yazmak zorunda olan bir yazarın tuttuğu notlar arasında çırpındıkça ağlara dolanan balık gibiyim. Bir yandan da garip bir okur içgüdüsü var içimde; bir girsem içine, güzel bir şey bulacağım. Lakin aklımı sağdan soldan çekiştiren bir sürü detay, kişi, varlık. Artarda gelen bölümlerden bir bütün yaratamıyorum. ‘Yazar’ bazen -sağ olsun!- bir ‘gerizekalı’ olmadığımı hatırlatıyor, “Sevgili okur, bu kitap sana yazılmadı ki” deyip içime su serpiyor. Arada da sağ gösterip sol vuruyor: “Dürüst olmak zorundayım: Bu bir kitap bile değil, aldatıldınız.”
Bir labirent bu. Ben? Labirentteki fareyim.
Gecenin sonunda, nakavt olmuş vaziyetteyim. Uzun bir yoldan gelmişim. Üzerimde filler tepinmiş sabaha kadar. Vardığım noktada, yola çıktığım noktayı çoktan unutmuşum. Teknik bir aksaklığa, metnin maharetsizliğine işaret etmek zorunda değil elbet bu halim. Kitapta belli bir zaman çizgisinin olmayışı, mekanın kayganlığı, karakterlerin sersemletici geçirgenliği, yer yer bunaltıcı hale gelen bilinç akışı ve dramatik monologlar, okuru hikayenin merkezinden geri gelmesi zor uzaklara fırlatsa da, bütün bunlar bilinçli bir tercih olmalı. Belki daha serin bir günde tekrar okumalı, bilmiyorum.
Yeni yorum gönder