Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Kozmopolit kentin titreyen kalbi”



Toplam oy: 870
Alfred Döblin
Everest Yayınları
Roman gerek biçim gerek içerik anlamında bir yeraltı klasiği. Ayaktakımı arasında geçen hikayede karşımıza çıkan bütün kişi ve karakterler birer anti-kahraman.

Alman edebiyatında modernizmin en önemli temsilcilerinden sayılmasına, tarihi romanlardan bilimkurguya, denemelerden oyunlara, toplam otuzdan fazla çalışmaya imza atmış olmasına rağmen Alfred Döblin ülkemizde pek tanınmıyor. Başyapıtı sayılan Berlin-Aleksander Meydanı dışında sadece Ölümsüz Ülkeye Doğru, Amazon çevrilmiş Türkçeye (1968). Döblin ismi, daha doğrusu Berlin-Aleksander Meydanı, sinema-televizyon izleyicileri için belki de daha tanıdık. Rainer Werner Fassbinder’in TV dizisi halinde sinemaya aktardığı film, on beş saatlik süresiyle dünyanın en uzun filmlerinden. Aynı zamanda bir romana en bağlı kalınarak çekilmiş film olma özelliğini taşıyor. Underground anlatılara merakını bildiğimiz Fassbinder'in Berlin-Aleksander Meydanı’na ilgi göstermesi tesadüf değil. Roman gerek biçim gerek içerik anlamında bir yeraltı klasiği. Ayaktakımı arasında geçen hikayede karşımıza çıkan bütün kişi ve karakterler birer anti-kahraman.

 

 

Döblin Berlin-Aleksander Meydanı’nda hapisten yeni çıkmış lumpen bir adamın –Franz Biberkopf’un– hayatından bir yılı anlatıyor; bir ömür gibi geçecek olan 1928 yılını... Romandaki bütün karakterlerin ve olayları kesiştiği Berlin kenti ve –Döblin'in deyişiyle “Kozmopolit kentin titreyen kalbi”– Alexander Meydanı  bir roman karakteri kadar başrolde. Kitabın girişindeki prolog romanın özetini veriyor: "Bu kitap, eski bir hamal ve çimento fabrikası işçisi Franz Biberkopf’un Berlin’deki yaşamından söz ediyor. Franz Biberkopf bazı olaylar nedeniyle girdiği cezaevinden yeni çıkmıştır. Şimdi Berlin’de yaşamak ve iyi bir insan olmak istemektedir. Başlangıçta bunu başarır da. Ancak bir süre sonra, parasal durumunun iyi olmasına karşılık, kendini bir savaşın içinde buluverir. Hiç beklenmedik bir anda gelen ve alınyazısını andıran bir şeyle savaşmaya başlar. Bu, üç defa karşısına çıkar ve yaşamını altüst eder. Ona saldırır, fakat o her defasında kendini toparlar, ayağa kalkar ve güç bulur. Sonra bir darbe daha yer. Alçaklık dolu. Zorla doğrulur. Ayaklarının üzerinde durur. Sayarlar. Ve günün birinde yumruğu yer suratının ortasına. Çok vahşice vurulmuştur. Sonuna kadar her şeye karşı çıkmış kahramanımız artık dayanacak durumda değildir. Yenilmiştir. Yoluna nasıl devam edeceğini bilmemektedir. Sonunun geldiğine inanmaktadır. Bu sonu kendi eliyle hazırlamak isterken, şimdi anlatamayacağım bir şekilde, gözü açılıverir. Her şeyin nedenini çok iyi görür ve kavrar. Bu neden kendidir. Bomboş yaşamıdır. Onu birden anlamaya başlar. Yaşam denen o berbat şey anlam kazanır. Franz Biberkopf zorla kişiliğini bulmuştur. Bu adamı sonunda yine Aleksander Meydanı’nda görüyoruz. Çok değişmiştir. Örselenmiştir. Kişilik kazanmıştır." Özetten ziyade romanın planı bu satırlar. Bu plan içerisine Biberkopf'un zorlu mücadelesi yerleşiyor. Önce herşeye kayıtsız biçimde hayatını kazanmak için giriştiği işler, aşktan uzak ilişkiler, kötü arkadaşlar, kolunu kaybetmesi, çetelere katılması, tuzağa düşmesi, sevgilisinin öldürülmesi ve sonunda yakalanıp ruh sağlığı hastanesine kapatılması. İşte orada –romanın son bölümünde– rüyalarla/kabuslarla boğuşacaktır Franz. Yanındaki meleklerle bir cadde boyunca yürüyecek, geçmişte yaşadığı olayların farklı yorumlarını hayal edecektir. Kimi zaman bir mezbahadadır, kimi zaman çarmıha gerilmiştir. Arka planda ise patlayan bombalar, süren bir savaş... Bu gerçeküstü anlatım sona erdiğinde, insan olduğunun bilinci ve yeni bir hayat felsefesiyle yeniden doğacaktır.

 

 

Yenilikçi edebiyat

Döblin'in dünyanın, özelllikle de Almanya'nın gidişinden duyduğu rahatsızlığı yansıtıyor hikaye. Döblin bu zorlu koşulların insanı yıktığını, manen çöküşe sürüklediğini, en kötüsü de bu korkunç durumun nedenlerini kavrayamadığını göstermek istemiş. Sonuçta Franz yılgınlığa düşmüştür, bu onun varacağı son noktadır, bundan sonrası her şeyden ve herkesten nefret ve pişmanlıktır. Böyle bir ruhsal durum Franz gibileri kaçınılmaz biçimde faşizmin kollarına teslim edecektir. Franz'ın hayatı üzerinden Almanya'da faşizmin yükselişinin toplumsal ve ekonomik nedenlerini çarpıcı biçimde hikayeleştiren Döblin, sonda insana dair umudunu da koruduğunu gösteriyor.

 

Kısaca özetlediğimiz çarpıcı hikayesiyle Berlin-Aleksander Meydanı, o dönem Alman edebiyatı içerisinde bir anomali değil, tersine, neredeyse kanon oluşturabilecek kadar geniş bir külliyatın parlak bir parçası. Söz konusu külliyat, yazar ve sanatçılar arasındaki bunaltıya ve arayışa işaret ediyor. Nitekim o yıllarda modernizm, dışavurumculuk, kübizm ve fütürizm gibi akımlar romanda, şiirde, sinemada, resimde heyecan yaratmıştı. Döblin, Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da taraftar toplayan dışavurumculuğun edebiyattaki en önemli temsilcisiydi. Berlin Aleksander Meydanı’nda dışavurumculuğun belli başlı temalarını –şiddet, ölüm duygusu, karamsarlık, barışseverlik– bulmak mümkün. Zıtlıklardan yararlanır Döblin, zaferlerin coşkusunu, bozgunun düş kırıklığını bütün parlaklığıyla resmeder.

 

 

Dışavurumcuların bilinçaltını, insanın içindeki sorunları ve gizleri açığa çıkarma hedefi belki de en yetkin temsillerinden birisini Döblin'in Berlin Aleksander Meydanı’nda kullandığı bilinç akışı tekniğinde bulur. Söz konusu yetkinlikte Döblin'in aldığı psikoloji eğitiminin ve psikanalist çalışmalarının rolü olmalı. Bilinçaltı tekniğini kullanmak konusunda Joyce'tan etkilenmiş olsa bile o tekniği çok özgün bir biçimde kullanıyor. Bilinç akışı ya da iç monologlar ile anlatı arasında sürekli gidip geliyor hikaye; öyle ki, anlatıyla monoloğu birbirinden ayıran yegane işaret bir virgül kullanımı. Yani bir cümle anlatıcıya atfedilebileceği gibi roman kahramanına da edilebilir, hatta bir süre sonra romanın anlatıcısı Berlin'in alt sınıflarının sesini, argosunu benimseyiveriyor. Bu üslup kayması –anlatıcının dilini halk jargonuyla kirletmek– Döblin'in edebiyat anlayışının gereği. Bilinç akışına ek olarak montaj tekniğinin kullanıldığını da görüyoruz romanda. "Dilin çeşitli anlatım alanlarından aldığı; borsa raporları, reklamlar, hukuk metinleri, şarkılar ve tekerlemeler gibi birbiriyle doğrudan ilişkisi olmayan parçaları yan yana getiren Döblin, o yılların resim alanında sıkça kullanılan kolaj tekniğini" romanına uyarlıyor. 

 

Döblin'in Berlin-Aleksander Meydanı’nda ele aldığı meseleler ve o meseleleri ele alış tekniği, romanı bugün hâlâ güncel kılar derinlik ve yetkinlikte. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.