Yekta Kopan, son kitabı Kediler Güzel Uyanır’da usta bir ‘an fotoğrafçısı’ gibi kalemiyle bol bol deklanşöre basıyor. Anlar yığılıyor; bireysel ve toplumsal belleklerimizde. Pat yakalıyor bir anı, sonra bir diğerini. Geçmişimizden, bilinçaltımızdan, gelecek endişemizden ve nadiren de bugünün ruhumuza yansımasından doğanların fotoğrafları yakalıyor. Hem andayız, hem anıların zamanındayız. Zaman sadece belleklerimizde var.
Siyah-beyaz çalışıyor yazar. Siyah beyaz fotoğrafın estetiği, kontrastları, yapısından gelen doğal hüzünlü hali, nostaljisi var bu 41 öyküde. Kimi zaman farklı üslup denemeleri yapsa ve ‘Geometri, Matruşka’ gibi öykülerde o fotoğrafları fazla süslü efektlerle bezese de, diğer anlar, diğer öyküler mükemmelce fotoğraflanmış. Ancak, bu öykülerde de diğer öykülerdekine daha yakın bir üslup tercih edilseydi, daha etkileyici olurdu kanımca.
Estetize edilmiş bir hüzün, yaşayan, hareket eden bir hakikat halinde öykülerde. Öyküler ne denli hüzün, bir varamama hali ile kuşatırsa kuşatsın bizi, gizli bir kurtarıcıdan ümidi kesmiyoruz yine de. O kurtarıcı salt okumak ve yazmaktan ibaret olsa da ve anlatmaktan. Salt kitabın adının ruhumuzda yarattığı imge bile- bir kedinin uyanışının küçük mutluluklar bahşeden o zarif fotoğrafı- ferahlatıyor içimizi. İyi başlıyoruz kitaba… Zaten o da iyi başlamamızı istiyor.
Kitap, anları fotoğraflayan minik öykülerle bezeli… Bu incelikli fotoğraf çalışması için maharetli bir dil kıvrıla kıvrıla ilerlemiş kitap boyunca. O yüzden her öyküde mutlaka unutulmayacak birkaç satır, mıh gibi aklımızda kalan bir imgelem var. Günümüzün gerçekliğiyle ifade edersek; twitter’da 100+ retweet alacak cümleler bunlar.
Kediler Güzel Uyanır’da ruhumuzun, şehirlerimizin, eşlerimizin, git gide uzaklaştığımız düşlerimizin, hayli yaklaştığımız karabasanlarımızın, hayat içinden kaçırıp saklayabildiğimiz satırlarımızın, eriyip ufalan hayallerimizin, yaşlanan evliliklerimizin, silikleşen çocukluğumuzun, endamı kaybolan gölgelerimizin fotoğraflarına bakıyoruz… Elbette çoğunlukla iç açıcı değil fotoğraflar… Hatta bir gülüşe rastlayabilmek için epey bir yol kat etmen gerektiğini anlıyorsun. Çok anı kucaklamış her şey gibi dikenli bir güzellikle uzanıyorlar…Bir küçük öyküden, diğerine sıçrarken kendini bıçaklamak istemiyorsun fakat, minik kesiklerini kabul ediyorsun, hatta biraz uzaktan bakabilmeyi başarıyorsun kendinin ve ötekilerinin hayatına, anılarına, ürpertilerine, takıntılarına, endişelerine… Yaşam ve ölüm korkusuna.
Ama insan öyküleri ardı ardına okurken, kaçınılmaz olarak kendine şöyle sorular soruyor: Evet bu öykülerde benden çok şey var, annemden de babamdan da çok şey var, bizim mahalledeki bakkaldan da hatta, üniversiteden sonra görüşmediğim o arkadaşımdan da… Sadece eskiyen benim hayatım mı? Yoksa hayat dediğin başladığı anda eskimeye yüz tutan bir anı mı? Benim evliliğim mi sıradanlaşan yoksa hayatın doğal ritminin intikamını evliliğimden mi almak istiyorum, yaşlanan ben miyim gerçekte yoksa aşk mı; soruyorsun kendine kusurlu imalat ben miyim, sen misin, yoksa hayatın kendisi mi?
Altı çizili bir özlem
Bazen eski mahallelerde dolaştırıyor bizi, artık bu şehrin en işlek yerlerinde hükmü kalmamış mekânlarda, adı sanı yitmiş, neonların olmadığı sokaklarda… Özlem var belki o eski günlere; “Bakkal büyük dağıtıcıların dağıtım sorumlularına sipariş veren satıcı kimliğinden sıyrılıp bakkal amca olacaktı, adını öğrenecektim ona ‘ağabey’ diyecektim” derken Anadolu Hisarı adlı öyküde bir döneme, bir yaşantı haline, geçip gitmiş bir toplumsal hayata dair bir özlemin altı çiziliyor. Ancak yine de temkinli olmalıyız… Zira bir önceki ‘Tarçın Kokusu’ adlı öyküde “Sobalı evlerin kömürlüğünde geçen çocukluğumdan başlayıp sensiz kaldığım geceye kadar tanığı olduğum tüm haksız vedaları hatırladım” dememiş miydi? Aynı döneme ait iki imge; sobalı evlerle bakkal amca aynı duygularla hatırlanmıyor çünkü. Kömürlük yoksunluksa, bakkal amcanın da gönlü zengin. Oysa ikisi de aynı zamana ait değil mi? Aynı toplumsal hayata... Ama bunun bir önemi yok, çünkü hepimiz geçmişi ne olduğu ile değil ona karşı ne hissettiğimizle hatırlamıyor muyuz zaten?… Hep öyle yapmadık mı? Geçmişimize ait aynı resim, hayatımızın farklı dönemlerinde farklı anlamlarla takılmaz mı belleğimize?… Başka yaşlardan, başka yaşantılardan, başka birikmişliklerden sonra geriye dönüp o resme baktığımızda, bütün duygularımızın aynı kaldığından emin olabilir miyiz resmin çekildiği anla? Özlediğimizi sandığımızı özlemez kızgın olduğumuzu özler olduğumuz hiç olmadı mı sanki? Duygular da zamanın ruhuyla yolculuk etmez mi? Değişmez mi? Değişir elbet, bir hayat yaşıyoruz, çok şükür ölü değiliz. İyi ki de değişir, yoksa gerçekten yaşamamışız, hiçbir şey öğrenmemişiz demektir… Kızgın olduğumuz babamızın o sert gözleri zaman geçtikçe aynı fotoğrafta yumuşar, adını siyah bir kurşunla kalbimize diktiğimiz sevgili unutulmuş bir şarkıya dönüşür. Hatta fotoğraflarda hiç yaşlanmadan eskir ve yaşlanır.
Belki de her şey yazarın ‘Beş Duyu’ adlı öyküsünde söylediği şeye varmak içindir; “Bileceksin ki ancak anlatarak kurtulabilirsin evrenin bitmeyen işkencesinden… Ama devam edeceksin yaşam denen oyunda gölgenle birdirbir oynamaya. Güleceksin. Şarkılar söyleyeceksin. Bir sokak ressamının yaptığı tabloda aşkın ne olduğunu göreceksin. Çocukların olsun isteyeceksin, hikayelerin kulaktan kulağa kırıla döküle yayılsın diye. Rüyalarının açık bıraktığı musluktan akacak günün irini. Her ne kadar kendine itiraf edemesen de, uykularına sızan o paramparça imgelerin seni koruduğunu, ayakta tuttuğunu bileceksin”.
Takıntılı şehir insanları küçük kaçışlarıyla kendi yalnızlıklarını unuturlar bir müddet ‘Pazar Günü’ öyküsünde olduğu gibi: Pazar günleri sabah kahvaltısını bir an önce bitirip güzel filmlerin olduğu televizyonun başına geçmek isterler. Annesiyle babasını arayan çocuklar, bir köpeğe bir sürü numara öğretip onun sayesinde hırsızları yakalayan kardeşler, silahını şimşek hızıyla çeken kovboylar vardır o filmlerde. Küçükken kahvaltımızı bir tepsiye koyup o güzel filmleri izlemeyi düşlediğimiz, büyüyünce yere kırıntı dökme korkusu duymadan o filmleri izlemeyi hayal ettiğimiz filmlerdir onlar. Ama büyüdüğümüzde yere kırıntı dökmekten öte dertlerimiz olduğu için ‘Tensikat’ öyküsünde olduğu gibi başka kaçışlarla korumaya alırız kendimizi, obsesyonlarla batıl itikat arası bir yerlerde dönüp durarak, öylece emin olmak isteriz hayattan. Şirket tensikat dedikodusuyla çalkalanırken; kendimizi korumak için çocukluğumuzdan beri uyguladığımız bir deneye sığınıveririz: “İşten atılıp atılmamam bu deneyin başarısına bağlı, oturduğumuz apartmanın kapısından yola kadar olan mesafeyi yedi adımda aşmalıyım”.
'Yürümek. Denize’ adını taşıyan öykü muhteşem bir soru sorar mesela, bunun cevabını verebilsek iyi olurdu; “Neden en mutlu olunabilecek anlarda bile geçmişten çaldığımız bir meşalenin geleceğimizi yakmasına izin veriyoruz?” Ve artık her şeyi ‘google’yabileceğimiz bir ‘Bilgi Çağı’nda sevdiklerimizin ölümüne de rastlayabiliriz bir anda, ki bu aynı zamanda bizim ölümümüzün de bir internet sayfasında hep durabileceği anlamına gelir, bir gün.
Her şeye rağmen ‘Muasır Medeniyetler Mertebesi’nde her şeyi unutabiliriz çok şükür. Duyduklarımızı, okuduklarımızı, yaşadıklarımızı ve yaşattıklarımızı…
Yeni yorum gönder